Peygamberler Tarihi İ.Yiğit

HZ. İBRAHİM HAYATI

 

HZ. İBRAHİM (A.S.)
YEDİNCİ BÖLÜM
HZ. İBRAHİM (A.S.)
A. Künyeleri, Lakabı Ve Ülü’l-Azm Peygamber’den Oluşu

Kur’ân-ı Kerim’de hakkında en fazla bilgi verilen peygam­berlerden olan Hz. İbrahim (a.s.)’ın en meşhur künyesi, peygam­berler babası mânâsına gelen “Ebu’l-enbiyâ”dır.[1] Bu künye, kendisinden sonraki Kur’ân-ı Kerim’de isimleri geçen 16 pey­gamberden 14’ü onun neslinden geldiği için verilmiştir.[2] Bu pey­gamberlerin ilk ikisi, bilindiği gibi onun oğulları Hz. İsmail (a.s.) ve Hz. İshak (a.s.)’dır. Geriye kalan 12 peygamberlerden sadece biri, yâni Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Hz. İs­mail (a.s.)’m, diğerleri ise Hz. îshak (a.s.)’m soyundandir. Hz. İshak (a.s.)’m neslinden gelenler, “İsrail” lâkabını taşıyan oğlu Hz. Yakub (a.s.)’a nisbetle Benî İsrail peygamberleri olarak bi­linmektedirler.

Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrahim (a.s.)’dan sonra peygamber­liğin onun nesline tahsis edildiğine işaret edilerek şöyle denil­mektedir:

“Ona (ibrahim’e) İshak ve Yakub’u bağışladık. Peygamberli­ği ve kitaptan, onun soyundan gelenlere verdik. Ona dünyada mükâfatım verdik. Şüphesiz O, âhirette de sâlihler zümresindendir”[3]

Hz. İbrahim (a.s.) neslinden gelen bu peygamberlerin isim­leri, Kur’ân-ı Kerim’de bir arada zikredilmiş bulunmaktadır:

“Biz ona (İbrahim’e), İshak ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u da armağan ettik; hepsini de hidâyete erdirdik. Nitekim daha önce de Nuh’u hidâyete erdirmiştik. Ve onun neslinden Davud’u, Süley­man’ı, Eyyüb’u, Yusufu, Musa’yı ve Harun’u da hidâyete erdir­miştik. Biz, iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız. Zekeri-ya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da doğru yola iletmiştik. Hepsi de iyiler­dendi. İsmail, Elyesa1, Yunus ve Lût’u da hidâyete erdirdik. Hep­sini âlemlere üstün kıldık.[4]

Hz. İbrahim (a.s.)’m diğer meşhur bir künyesi de, misafirler babası mânâsına gelen “Ebu’d-dîfan veya Ebu’l-edyâf” dır. Çünkü o, son derece misafirperver bir insandı. Misafirleri olduk­ça bol olur ve onları en güzel şekilde ağırlardı. Konukları için kızartılmış dana ve koyun eti başta olmak üzere en güzel yemek­ler ikram ederdi.

Kendisinden sonraki peygamberlerin atası olması münase­betiyle, üç semavî din mensupları olarak Müslümanlar, Yahudi­ler ve Hıristiyanlar nazarında, Hz. İbrahim (a.s.)’m müstesna bir yeri vardır, Allah Teâlâ da onu emsalsiz meziyetlerle donatmış, muttakîlere imam ve rasüllere Örnek kılmıştır. Rasülleri içinden onu, kendisine özel bir dost olarak seçmiştir. Bu husûsiye tiyle­dir ki, onun meşhur lâkabı Allah’ın hâlis dostu anlamına gelen Halilu’r-Rahman’dır. Halil, bir kimsenin sırdaşı, sevgisi kalbinin her yerine nüfuz eden has dostu demektir. Bu kelime, hiç bir eksiği olmayan sevgi mânâsına gelen “hullef” mastarından türe­tilmiştir. Allah’ın, Hz. İbrahim (a.s.J’ı dost edinmesi, onu bîr ta­kım rabbânî sırlara muttali kılmasından mecazdır. Yüce Allah, ona verdiği bu makam hakkında şöyle buyurmuştur:

“İşlerinde doğru olarak kendim Allah’a veren ve İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim’i kendine sâdık bir halü/dost edinmiş­tir.”[5]

Peygamberlik Müessesesiyle ilgili bölümde ele aldığımız gibi, peygamberler arasından beş tanesi, kendilerine yeni bir din gönderilmesi, risâlet görevlerini yürütürken büyük zorluklarla karşılaşmaları ve bu zorluklar karşısında gösterdikleri üstün sa­bır ve gayretleri dolayısıyla “ülü”l-azm peygamberler” olarak i-simlendirilmiştir Bu peygamberler, Hz. Nuh (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Musa (a.s.}, Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v)’dir.[6] Onların sıra itibariyle ikincisi olan Hz. İbrahim (a.s.), tebliğ görevini yürütürken müşriklerin çeşitli kötülüklerine ma­ruz kalmış; hatta sonunda ateşe atılmıştır. Ancak o, bu sıkıntılar karşısında hiç bir gevşeklik göstermeden davetini sabır ve sebat­la devam ettirmiştir.

Hz. İbrahim (a.s.), müşriklerin kötülükleri dışında, ilâhî hikmetin bir tecellisi olarak diğer bâzı ağır imtihanlara da tâbi tutulmuştur. Onun tâbi tutulduğu bu nevi imtihanların en ağın, büyük ihtimalle Allah tarafından biricik oğlu İsmail’i kurban etmekle emrolunması hadisesidir. Hz. İbrahim (a.s.), bu hususta da tam bir teslimiyet göstermiş, henüz 13 yaşlarında olduğu halde aynı teslimiyeti gösteren oğluyla birlikte Allah’ın emrine boyun eğerek tâbi tutulduğu bu imtihanı da başarıyla tamam­lamıştır. [7]
B. Soykütüğü, Doğum Yeri Ve Zamanı

Tarihçiler, Hz. İbrahim’in soy kütüğünü şu şekilde vermiş­lerdir: İbrahim b. Târah (Terah) b. Nâhor b. Sârüğ (Seruc) b. Arğû (Reu) b. Fâliğ (Peleg) b. Ğâbir (Eber) b. Şâleh b. Kaynân b. Arfahşaz (Arpakşad) b. Sâm b. Nuh (a.s.). Tarihçilerin Tevrat’tan aktardıkları bu soy kütüğünde, Hz. İbrahim’in babasının adı görüldüğü şekilde Târah olarak geçmektedir.[8] Ancak Kur’ân-ı Kerim onun adını Âzer olarak vermiştir.[9] Peygamber Efendimiz de, onun adının Âzer olduğunu söylemiştir.[10] Hz. İbrahim’in annesinin adının ise, Uşâ, Nûnâ, veya Ebyûnâ olduğu zikredilmek­tedir.[11]

Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim (a.s.)’m doğum yeri, doğum ta­rihi ve çocukluk yıllan hakkında bilgi vermemiştir. Bu yüzden tarihçiler, onun doğum yeri ve tarihi hakkında ihtilâfa dürmüş­lerdir. Onun Ahvaz bölgesindeki Süs şehrinde, Bâbil’de, Kûsâ’da veya Varkâ’da doğduğu rivayetleri yanında, Harran’da doğup babası tarafından Babil’e götürüldüğü de söylenmiştir.[12] İbn Sa’d’in naklettiği bir habere göre ise, babası aslen Harranlı olup, buradan Hürmüzcird’e göçetmiş, İbrahim (a.s.) orada doğmuş­tur.[13]

Tevrat’ta Hz. İbrahim (a.s.)’m, Irak’ta Keldânüer’in Ur şeh­rinde doğup-büyüdüğü, Sâre ile evlendikten sonra, babası tara­fından ailenin diğer fertleriyle birlikte Harran’a götürüldüğü söy­lenmektedir.[14] Tevrat’ın anlatımlarını dikkate alarak dönemin arkeolojik verilerini İbrahim kıssasına adapte etmeye çalışmış olan[15] İngiliz arkeolog S. Leonard Woolley, 1935 yılında Lond­ra’da yayınladığı ‘Abraham’ isimli kitabında Hz. İbrahim (a.s.)’m, Keldâmler’in Ur şehrinde doğduğu ve ateşe orada atıldığı sonu­cuna ulaşmıştır. Buna göre Hz. İbrahim (a.s.), ateşe atılma ola­yının ardından Harran’a daha sonra da Filistin’e hicret etmiş ve orada vefat etmiştir. Bu olaylar, M.Ö. 20001i yılların başında Sümerler’in III. Ur hanedanlığı döneminde cereyan etmiştir.[16]

Yine Tevrat’ta anlatılanlara dayandırılan başka bir yorum, Hz. İbrahim’in doğduğu yerin, Kuzey Suriye’de Harran’a çok ya­kın olan Ura şehri olduğu şeklindedir.[17] Harman’m ifadesiyle, Kitab-ı Mukaddes geleneğine dayandırılan bu yoruma göre, için­de Harran ve Urfa’mn da bulunduğu Güney Anadolu’ya tekabül eden Kuzey Mezopotamya, bugün artık onun ve ailesinin ana­yurdu olarak kabul edilmektedir.[18] Harman, bugünkü Urfa şeh­rine, ilk dönemlerde Orhai, Urhay ve Ruha isimlerinin verilmiş olmasını[19] ve Ura ismiyle bu isimlerin benzerliğini hatırlattıktan sonra, “Tevrat’ta Hz. İbrahim’e gösterilen hedefle takip edilen güzergahın dikkate alınması durumunda, onun doğduğu şehrin Keldânüer’in Ur şehri değil, bugünkü Urfa şehri olmasının daha mâkul göründüğünü” söylemektedir. Buna göre, Nemrut tara­fından ateşe atılana kadar orada yaşamış, ardından Harran’a ve buradan da Filistin’e gitmiş olmalıdır.[20]

Hz. İbrahim (a.s.}’m yaşadığı asır da kesin olarak bilinme­mektedir. Tarihçiler, onun M.Ö. XXII.-XVII. asırlar arasında ya­şadığını kabul ederler. Çağdaşı olarak takdim edilen Sene-ar/Şinâr veya Babilonya Kralı Amrafel’in, Babil’in meşhur kralı Hammurâbî olduğu şeklindeki yaygın görüş dikkate alındığında, Hz. İbrahim (a.s.) M.Ö. XXII-XX: yüzyıllarda yaşamış olmaktadır.[21] Ancak onun. M.Ö. XX.- XVII. asırlar arasında yaşadığı gö­rüşünde olanlar da vardır.[22]
C. Hz. İbrahim (A.S.)’In Yetiştiği Bölgede Dînî Durum

Hz. İbrahim (a.s.)’m doğup-büyüdüğü, ardından peygam­ber olarak görevlendirildiği ve zâlim hükümdar tarafından ateşe atılana kadar kaldığı şehir kesin olarak bilinemediği için, biz burada, aynı bölgede yer alan muhtemel şehirleri dikkate alarak, bu coğrafyadaki dînî ve ahlâkî durum hakkında genel bir bilgi verme yoluna gideceğiz.

1. Bâbil: Hz. İbrahim (a.s.)’m Babil’de doğduğu görüşü ol­dukça yaygındır. Klâsik İslâm tarihi kaynaklarında bu konudaki en kuvvetli görüş, onun Babil’de doğup-büyüdüğü ve orada ate­şe atıldığı şeklindedir.[23] Bu görüşe göre, onun yaşadığı devirde Irak’a Bâbil hanedanı hakim bulunuyordu. Bâbilliler, bölgenin diğer halkı gibi, putlara tapıyorlardı. Onların da büyüklü küçük­lü pek çok putu bulunuyordu. Her şehrin, şehri koruyan bir putunun olduğuna inanılırdı. Bâbil halkının en büyük tanrısı ise, Bâbü’in meşhur tanrısı Marduk idi. Kralın bu putun naibi olarak görev yaptığına inanılır, aynı zamanda kral da tanrı sayı­lırdı. Hz. İbrahim (a.s.)’ı dâvasından vazgeçirmek isteyen Nem-rud’un da ilâhlık iddiasında bulunduğu, ileride işaret edileceği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmiş bulunmaktadır. îbn İshak, Bâbil şehrinde hüküm süren bu kralın, dünyanın doğusunu ve batısını içine alan geniş bir ülkeye sahip olduğunu söyler. Hatta, onun yerleşik dünyanın tamamına hükmettiğinden de bahse-dilmiştir. Bâbü’de yapılan kazılar neticesinde ortaya çıkarılan tabletlerde, bu kralların, Allah’ın yeryüzünü temizleyip fesattan arındırmasından sonra, orada hüküm sürmek üzere inen gök tanrıları oldukları ve halkın onlara tapmalarının gerektiği yazılı­dır.[24]

2. Ur: Hz. İbrahim (a.s.)’m doğup-büyüdüğü muhtemel şe­hirler arasında gösterilen Irak’ta Aşağı Babilonya’da Fırat nehri­nin batı yakasında, Bağdat’ın güneydoğusunda ve oraya 300 km. uzaklıkta bugünkü Tellül-Mukayyer diye bilinen yerde bu­lunan Ur şehri, büyük bir devletin başkenti olma yanında aynı zamanda Önemli bir ticaret merkezi durumundaydı. Hatta bu şehrin M.Ö. 2100 yıllarında 250 binden daha fazla bir nüfusa sahip olduğu tahmin edilmiştir. Burada hüküm süren Ur-Nammu’nun kurduğu Sümerliler’in III. Ur Hanedanı, M.Ö. 2330 yılında, doğu istikametinde Sûsa’ya, batıda ise Lübnan’a kadar uzanan geniş bölgeyi hâkimiyeti altına almıştı. Zamanla gücünü daha da artırmış olan bu hanedan, rivayete göre Hz. İbrahim (a.s.)’m hicretinden sonra büyük felâketlere mâruz kalmıştır.

Ur halkının ekseriyeti, ticâret ve endüstri ile meşgul olu­yordu. Bölgedeki tarihî harabelerde ortaya çıkarılan bâzı kitabe­lerden, şehrin maddî yönden ileri bir seviyede olduğu, halkın mal ve mülk sahibi olmaktan başka bir şey düşünmediği, tefeci­liğin çok yaygın bir hal aldığı anlaşılmaktadır. Toplum, idareci­ler, subaylar ve din adamlarından meydana gelen yüksek sınıf, ticâret, endüstri ve zirâatla meşgul olanların teşkil ettiği orta sınıf ile köle ve esirlerin içinde bulunduğu hizmet sınıfı olmak üzere üç tabakaya ayrılıyordu. Birinci sınıf, önemli imtiyaz ve imkânlara sahip bulunuyordu. Medenî ve ceza hukuku alanında ayrıcalıkları vardı; can ve malları diğer iki sınıfın can ve malla­rından üstün tutulurdu. Talmud’a göre, Hz. İbrahim {a.s.)’m babası, devletin önde gelen görevlilerinden olup bu imtiyazlı ta­bakaya mensuptu.[25]

Ur şehri halkı, yıldızlara ve yıldızları temsil ettiğine inanı­lan putlara tapıyordu. Tanrı olarak kabul ettikleri putlarının sayısı büyük rakamlara ulaşmıştı; o kadar ki, şehrin harabele­rinden çıkarılan tabletlerde isimleri yazılan tanrılarının sayısı 5 bine kadar ulaşmaktadır. Sümer/Keldânî ülkesinde her şehrin bir koruyucu tanrısı bulunur; şehirlerin ve kasabaların bu tanrı dışında ayrıca çeşitli tanrıları olurdu. Başkent Ur şehrinin koru­yucu tanrısı Nannâr adını taşıyordu. İkinci büyük kent olan Larse’nin koruyucu baştanrısı ise Şamaş’tı. Bu büyük tanrılara tâbi olan tanrı ve tanrıçalar, onlara göre gök ve yer cisimlerini temsil ediyordu. Tanrıların heykelleri dikilmişti ve ibâdetler bu heykellerin önünde yapılıyordu. Ay tanrısı olan Nannâr’ın putu Ur şehrinin en yüksek tepesinde inşâ edilmiş muhteşem bir ta­pmakta bulunuyordu. Bu tapmağın yanında da karısının mabe­di yer alıyordu. Mâbedde kendilerini tanrıya adamış çok sayıda erkek ve kadın hizmetçi görev yapıyordu. Tanrı adına bekâretini kaybedenler tanrı katında makbul sayılır; bu mâbedde sapık dinlerince hoş görülen fuhuş işlenirdi.[26]

Ur halkı, ülke topraklarının büyük bir bölümünün koruyu­cu tanrıları Nannâr’a ait olduğuna inanıyordu. Bu topraklardan alman vergiler ve sunak olarak takdim edilen her türlü hediye­ler, bu sermaye ve hediyeleri tanrı adına harcadıklarına inanılan din adamlarına teslim edilirdi. Kendilerini aynı zamanda tanrı­nın temsilcisi sayan din adamları, bu paradan istedikleri ölçüde istifade edebilirlerdi. Bu tapmak aynı zamanda mahkeme binası olarak kullanılır, yargıçlık görevini oradaki din adamları yapardı. Ur kentinin kralı, baştanrı Nannâr’ın naibi olarak hüküm sürü­yordu. Zira kral da tanrılar arasında sayılır, diğerleriyle birlikte ona da tapıhrdı.[27]

3. Harran ve Urfa: Kenânîler’e ait olan Harran, bu asırda Sümer/Keldânî egemenliği altında bulunuyor, burada halk, gök cisimlerine ve onların adına dikilen putlara tapıyordu. İbn Kesir, Hz. İbrahim (a.s.)’ın kavmine Allah’ın varlığını ve birliğini istidlal hususunda yıldızlar, ay ve güneşten örnekler vermek suretiyle delil getirme usulünü, gök cisimlerine tapan Harranlılar için uyguladığına bir delil olarak göstermiş; putlara tapan Bâbillilerle mücâdelesinde ise, putların mâhiyetleri hakkında deliller getirdiğini söylemiştir.[28]

Antik dönemde Harran, Kuzey Mezopotamya’nın önemli bir ticaret, kültür ve din merkezi durumundaydı. Ancak Harran asıl şöhretini, kendisiyle özdeşleşmiş olan ay tanrısı Sin’den alıyor­du. Bölgede, ay tanrısı Sin’in liderliğindeki putperest gezegen kültü oldukça güçlenmişti. Ay kültünün kuzeydeki merkezi Har­ran, güneydeki merkezi ise Ur şehriydi[29] Asur ve Bâbil dönemle­rinden itibaren, başlarında Sin olmak üzere yedi gezegenle ilgili tanrılar ve onların ailelerinden oluşan tanrılar gurubu, Harran panteonuna hâkim olmuştu. Harran’ın en büyük tanrısı sayılan Sin’e tanrılar tanrısı gözüyle bakılıyordu. Harranlılar, bu tanrıla­rı adına kurban keserler, onlar için adaklar adarlar, onları sem­bolize eden heykellerle doldurdukları tapınaklarında heykelleri­nin .önünde tapınma törenleri düzenlerlerdi. Yine tanrıları için Çeşitli bayramlar ve merasimler tertip ederlerdi. Harran toplu­mun arasında sihir, büyü ve astroloi önemli bir yer tutuyordu.[30]

Ele aldığımız üç merkez hakkında verdiğimiz bilgilerden çı­kan sonuç, Hz. İbrahim (a.s.)’m, putlara tapan ve putlarıyla gök cisimleri arasında alâka kuran ve krallarını da tanrı kabul eden putperest bir toplum içinde doğup-büyüdüğü ve bu toplumda peygamber olarak görevlendirilmiş olduğudur.Hz. İbrahim (a.s.), böylesine bir ortamda büyümesine rağmen, küçüklüğünden iti­baren, putlardan uzak durmuş, putperest toplumun içinde yüz­düğü bütün saçmalıklardan uzak kalmıştır. Allah Teâlâ, diğer peygamberleri gibi onu da şirkin bütün çirkinliklerinden koru­muştur. Bundan sonra kesin olarak bildiğimiz bu hususları a-çıklamaya çalışacağız. [31]
D. Büyümesi Ve Allah’a Îmân Yolunu Bulması

Tevrat’a göre Hz. İbrahim (a.s.), ailenin ilk oğlu olarak dün­yaya gelmiştir. Onun, Nâhor ve Hârân adlarında, iki erkek kar­deşi daha olmuştur. Lût peygamber onun yeğeni olup kardeşi Hârân’in oğludur.[32]

Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrahim (a.s.)’m doğumu ve bebeklik yılları hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Ancak kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kitaplarında, bu konularda pek çok bilgi nakledil­miştir. Ancak bu bilgiler, büyük kısmıyla sonradan uydurulmuş­tur, içinde doğruları varsa bile bunları ayıklamak mümkün de­ğildir.[33] Onun hayatını, doğumundan itibaren kronolojik akışa göre bir hayat hikâyesi tarzında anlatmak yerine, çeşitli süreler­de münâsebet düştükçe, onun tebliğ faaliyeti, mücâdelesi ve ahlâkî meziyetlerinden bahsetmiş olan Kur’ân-ı Kerim’in onun hakkında verdiği ilk bilgi, küçük yaşında, babası ve kavminin tapmakta olduğu putları reddederek tek yaratıcı olan Allah’a îmâna ulaşmasıyla ilgilidir. Allah Teâlâ, ileride peygamber olarak görevlendireceği Hz. İbrahim (a.s.)’a, diğer peygamberlerde de olduğu gibi, hakikati görme ve yüce gerçeğe ulaşma kabiliyeti ihsan etmişti. O, halkın çeşitli tanrıları temsil eden putlara tap­makta olduğu bir çevrede büyüdüğü halde, küçüklüğünden iti­baren, duymayan, görmeyen, cevap vermeyen ve hiç bir şey yapamayan putların basit eşyalardan ibaret olduklarını fark etmiş­ti. Akl-ı selimi ve Allah Teâlâ’nın vahyiyle, Allah’ın birliğini idrak etti. Cenab-ı Hak, Ona verdiği bu kabiliyet hakkında şöyle bu­yurmuştur:

“Azametim hakkı için, biz Musa’dan önce İbrahim’e de rüşdünü (Allah’ın birliğim idrak ve delil getirme kabiliyetim) ver­miştik. Biz, onun rüşd verilmeye liyâkatini ve peygamberliğe ehil olduğunu biliyorduk.”[34]

İbrahim (a.s.} putlara ve yıldızlara tapan ve putlarına yıl­dızların isimlerini veren bir kavim içinde dünyaya gelmişti. Dola­yısıyla onun görevi, hem putlara hem de yıldızlara tapanların sapıklıklarını ortaya koyarak kavmini hak yola çağırmak olacak­tı. Allah’ın hidâyetiyle küçüklüğünden itibaren, putlara ve yıldız­lara tapmanın yanlışlığını anladı, putperestliği reddederek, fıtraten temiz vicdanının derinliklerinde hissettiği gerçek ilâhını aramaya koyuldu. Göklerin ve yerin gerçek mâhiyeti hakkında düşünerek bir yaratıcının varlığım idrak etti. Geçici şeylere gö­nül bağlamadan doğrudan gerçeğe ulaştı. Fıtrî îmân noktasın­dan, şuurlu îmân noktasına yükseldi.Hz. İbrahim (a.s.)ın rabbini tanıması, Seyyid Kutub’un ifadesiyle, “insan fıtratının hak ve bâtıl karşısında takındığı tavnn kıssasından, akide davasının bir hikâyesinden “ibaret idi.[35]

Ferrâ, bu âyeti şöyle açıklamıştır: “Biz, hidâyetini ona nü­büvvetten önce verdik. Yâni, biz onu gece bastırdığında, güneşi, ayı ve yıldızları gördüğünde nazar ve istidlal hususunda muvaf­fak kıldık.” Şevkânî de, müfessirlerin ekserisinin bu kanâatte olduğunu, bu âyetteki rüşd tâbirini nübüvvet olarak düşünenle­rin azınlıkta kaldığını söylemektedir.[36]
E. Peygamber Olarak Görevlendirilmesi – Babasını Ve Kavmini Allah’a Îmâna Çağırması

Kur’ân-ı Kerim’de aklıyla Allah’ın varlığını bulan Hz. İbra­him (a.s.)’ın, insanlara peygamber tayin edilmeden önce bir im­tihana tâbi tutulduğu ve bu imtihanı üstün bir başarı ile ta­mamlayınca peygamber olarak görevlendirildiği haber verilmek­tedir:

“Rabbi İbrahim’i bir takım emirlerle denemiş, o da onları ye­rine getirmişti. Allah, ‘seni insanlara önder kılacağım.’ demişti. O, ‘soyumdan da’ deyince, ‘Zâlimler benim ahdime erişemez.’ bu­yurmuştu.”[37]

Uz. İbrahim (a.s.)’m peygamberlik görevine kaç yaşında i-ken getirildiği hakkında bilgi bulunmamaktadır. O, peygamberli­ği döneminde de ağır imtihanlara tâbi tutulmuş, bu imtihanları da başararak vazifesi süresince en ağır zorlukları aşmaya mu­vaffak olmuştur.[38]

Hz. İbrahim (a.s.) Allah tarafından peygamber olarak görev­lendirilmesinin ardından, babasını ve kavmini şirkten kurtar­mak için harekete geçti. Davetini önce kendisine en yakın inşana, yâni babasına ardından bütün topluma yöneltti. Putlara ta­panların açık sapıklıklarını ve yıldızlara tapanların yanlış itikat­larını ortaya koyabilmek için, onların dînî telâkkilerinin mana­sızlığına dikkat çekmeye çalıştı ve bu hususta bir tartışma yön­temi ve muhakeme tarzı geliştirdi. Allah’a ortak koşulmasını sona erdirmek için, önce babasıyla tartıştı. Ona putlara tapma­nın yanlışlığını ve toplum olarak içinde bulundukları sapıklığı anlatmak için uğraştı. İkinci olarak da, putlarını adlarına yont­tukları yıldızlar, ay ve güneşin tanrı olamayacaklarını açıklamak için elinden geleni yaptı. Daha kolay anlamalarını sağlamak için tarizlerle anlatmaya çalıştı. Sonradan ortaya çıkan ve bir süre sonra da yok olan bu gök cisimlerinin tanrı olamayacağını; dola­yısıyla batan ve yok olan şeylere tapmanın yanlışlığını açıklaya­rak; başlangıcı olmadığı gibi sona da ermeyecek bir tanrının bu­lunması gerektiğini örneklerle ispat etti. Sırasıyla doğan yıldız, ay ve güneş için, “Rabbim budur” derken, onun sözleri benimse­me değil aksine, “Bu benim rabbim ha!” şeklinde onların rab olabileceğini inkâr ve hasmı susturma ve reddetmeden ibaret İdi. O, aynı zamanda gerçek İlâha olan ihtiyacı da ortaya koymak istiyordu. Allah’ın hidâyete erdirmesi ve bilgilendirmesiyle doğru yolu bulduğunu, aksi takdirde kendisinin de onlar gibi sapıklığa düşenlerden biri olarak kalacağını söylüyor, davetini reddederek kendisini tehdit eden müşriklere, onlardan asla korkmadığını, asıl korkması gerekenlerin Allah’ın gösterdiği doğru yola uyanlar değil, O’na ortak koşmakta direnen sapıklar olduğunu bildiri­yordu. Müşrikler gibi inanmadığını açıklayarak, tevhide olan kesin inancını açıkça ilân ediyordu. Onun Allah’ın varhğmı-birliğini onların anlayacağı tarzda ispat etmeye çalışması, bu hususta kavmini uyarması ve onlarla tartışması, Kur’ân-ı Ke­rim’de şöyle anlatılmıştır:

“ibrahim, babası Âzer’e demişti ki: ‘Sen putları tann mı edi­niyorsun? Doğrusu ben, seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum.’ Böylece biz, İbrahim’e göklerin ve yerin melekütunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. Üzerine gece bastırın­ca, bir yıldız gördü, ‘Rabbim budur’ dedi. Yıldız batınca da, ‘Ben batanları sevmem’ dedi. Ayı doğarken gördü, ‘Rabbim budur’ dedi. O da batınca,  ‘Yemin ederim ki, rabbim bana doğru yolu gös-termeseydi,  elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum.’ dedi. Güneşi doğarken görünce,  ‘Rabbim budur, bu hepsinden büyük’ dedi. O da batınca dedi ki: ‘Ey kavmim, ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben asla Allah’a ortak koşan­lardan değilim.’ Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da onlara dedi ki: ‘Beni doğru yola eriştirdiği halde Allah hakkında benimle mücadele   mi   ediyorsunuz?   O’na   ortak   koştuklarınızdan   hiç korkmuyorum; ancak Rabbimin dilediği şey hâriç. Rabbimiz ilmiy­le her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünmez misiniz? Hakkında hiç bir delil indirmediği halde, siz Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsu­nuz da,  ben mi sizin ortak koştuklarınızdan korkacağım. Eğer bilirseniz söyleyin, bu iki topluluktan hangisi güven içinde olmaya daha lâyıktır?’ imân edenler ve îmânlarını zulüm ile karıştırma­yanlar… İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır, îşte bunlar,  kavmine karşı İbrahim’e  verdiğimiz delillerimizdir. Dilediğimiz  kimseleri derecelerle  yükseltiriz.  Muhakkak  rabbin hikmet sahibidir, bilendir.”[39]

Hz.İbrahim  (a.s.), getirdiği delillerle kavmini yıldızlara ve putlara tapmaktan ve Allah’a (c.c.) ortak koşmaktan uzaklaştır­maya çalıştı. Ancak o da diğer peygamberler gibi, ilk günlerden itibaren kilitli kalpler, sağır kulaklar ve kör gözlerle karşılaştı. Putlara tapanlar, anlattığı gerçekler üzerinde akıl yormak ve dü­şünmek yerine, ona karşı düşmanlık göstermeye başladılar. Bil­hassa ilâhları hakkında söyledikleri yüzünden onu tehdit ettiler. Ayrıca ilâhlarının da ona kötülük yapacağını söylediler. Azıcık . düşünselerdi,   tanrı  olarak kabul  ettikleri  bu  basit  eşyaların Hz.İbrahim (a.s.)’a hiç bir şey yapamayacaklarını kolaylıkla an­layacaklardı. Ne var ki, kendilerini savunmak için atalarının da aynı din üzere olduğunu söylemekten başka bir delilleri olmadığı halde, Hz. İbrahim (a.s.)’m söyledikleri üzerinde düşünmeye asla yanaşmadılar. Aksine O na olan düşmanlıklarını gittikçe arttıra­rak sahte ilâhlarından boş yere yardım beklemeye devam ettiler. Kendilerine peygamber gönderilen bütün müşrik toplumlarda görülen inkâr hastalığı onların ruhunu da sarmıştı. Uydurdukla­rı tanrılarının konuşmaktan âciz, kendilerine veya kendilerini ilâh edinenlere en küçük bir yardım dahi yapamayan basit eşya­lardan ibaret olduğunu kabul etmeye bir türlü yanaşmıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, müşriklerin bu değişmez tavrı hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Çünkü Allah’tan başka taptıklarınızın hepsi, sizin gibi kul­lardır. Eğer iddianızda doğru iseniz, haydi onları çağırın da size cevap versinler! Onların yürüyecek ayaklan veya tutacak elleri yahut görecek gözleri ya da işitecek kulakları mı var? De kî: ‘Haydi çağırın ortak koştuklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun, elinizden gelirse bana bir an bile göz açtırmayın! Zîrâ be-nİm koruyucum o Kitab’ı indiren Allah’tır. Ve O, hep sâlih kulları­na sahip çıkar. Sizin O’ndan başka taptıklarınız ise, ne size yar­dım edebilir, ne de kendilerine yardımları dokunur!’ Siz onları doğru yolu göstermeye çağıracak olsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını görürsün ama görmezler.”[40]
F. Babasına Şefkati, Gösterdiği Nezaket Ve Onun İçin İstiğfarı

Hz. İbrahim (a.s.), kendisine insanların en yakım olan ba­basını hidâyete ulaştırabilmek için, bir insanın en çok sevdiği diğer bir insanı kurtarmak uğrunda yapabileceğinin çok daha fazlasını yapıyordu. Onu hidâyet ve îmâna çağırırken, Allah’tan kendisine onun bilmediği bilgilerin geldiğini söyleyerek mesajı­nın kaynağını açıklıyor; ona elinden geldiğince nâzik bir şekilde hitap ederek, işitmeyen, görmeyen ve hiç bir faydası olmayan putlara tapmanın yanlışlığını anlatmaya çalışıyordu. Olabildi­ğince nâzik bir üslupla, ondan putlara taparak Allah’a isyan etmiş olan şeytana uymamasını istiyor, şeytana uyduğu takdirde Cehennemde de onunla birlikte olacağını söylüyordu. Onun için böyle kötü bir sondan korktuğunu ve onun adına üzüldüğünü samimî ifadelerle belirtiyordu:

“Kur’ân’da İbrahim hakkında anlattıklarımızı da hatırla! Şüphesiz ki o, sıddîk (özü sözü doğru) bir peygamberdi. O, bir za­man babasına şöyle demişti: Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiç bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacı-ğım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O halde bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan Rahman olan Allah’a isyan etti. Babacığım! Doğrusu ben korkarım ki, sana Rahman katından bir azap dokunur da, şeyta­na Cehennemde arkadaş olursun.”[41]

Hz. ibrahim (a.s.)’m babasına karşı bu şefkat ve nezâket dolu tavrı hususunda Razı, şöyle demiştir:

“Hz. İbrahim’in her hitabında ‘Ey babacığım!’ demesi, baba­sını çok sevdiğini, ona doğru yolu göstermeyi ve azaptan korun­masını ne derece büyük bir arzuyla istediğini gösterir. Hz. İbra­him, sözlerini son derece güzel sıralamıştır. Çünkü o, önce baba­sının dikkatim putların bâtıl olduğu noktasına çekti. Sonra, körü körüne taklidi bırakıp, delillere bakarak, kendisinin peşinden gelmesini istedi Daha sonra, şeytana itaat etmenin akıllı insan işi olmadığını hatırlattı. Son olarak da, yine edep ve nezaket kuralla­rına dikkat ederek, bâtıl yola girmeyi engelleyici bir tehdit ile sö­zünü bitirdi. ‘Ben korkuyorum’ sözü, babasının hakkını ödemek için, onun menfaatini korumaya kalben son derece bağlı olduğunu gösterir.[42]

Ancak babası, ona çok kızdı. Putları terketmesine bir türlü akıl erdiremedi ve onun düşüncesini yanlış ve tehlikeli görerek, putları ayıplamayı bırakmadığı takdirde, onu öldürmekle tehdit etti. Oğlunun şefkat ve nezaket dolu sözlerine karşılık öfke ve şiddet dolu bir cevap verdi ve onu ebediyen huzurundan kovdu. Hz. İbrahim (a.s.}, babasının bu kabalığına aldırmayarak, yine de onun hidâyete ulaşması ve bağışlanması için Allah’a dua ede­ceğini söyledi. Ancak en sonunda, onu ve kavmini putlarıyla başbaşa bırakarak şehirlerinden ayrılacağını, başka bir şehre hicret edeceğini açıkladı:

“Babası, ‘Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çevi­riyorsun? Bundan vazgeçmezsen mutlaka seni taşlarım; uzun bir süre benden uzaklaş git!’ dedi.

İbrahim şöyle cevap verdi: ‘Sana selâm olsun. Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok lütuf-kârdır. Ben, sizden ve Allah’tan başka taptığınız şeylerden çekilip ayrılırım da Rabbime yalvarırım. Rabbime yalvarışımda mahrum kalmayacağımı umarım.’ İşte onlardan ve onların Allah’tan başka taptıklarından ayrılınca, biz ona İshak’ı ve İshak’ın oğlu Yakub’u armağan ettik ve hepsini de peygamber yaptık.[43]

Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim (a.s.), kendisini evden kovan ve taşlayarak öldürme tehdidinde bulunan babasına, böyle yap­sa da ona hiç bir kötülük yapmayacağını ve sıkıntı vermeyeceği­ni; aksine onun için Allah’tan mağfiret dileyeceğini söylemişti. O, bu sözünü tuttu ve babasının şirk üzere kalacağını ve kâfir ola­rak öleceğini kesinlikle öğreninceye kadar, onun için istiğfarda bulunmaya devam etti. Kur’ân-ı Kerim, iki yerde onun babası için yaptığı istiğfara yer vermiştir. Birincisi, İbrahim süresinin 41. âyetİndeki ifâdeyle, “Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve mü’minleri bağışla!”; ikincisi ise Şuarâ sûresi­nin 86-87. âyetlerindeki ifadeyle, “Babamı da bağışla! Çünkü o, sapıklardandır. Kulların ‘diriltilecekleri gün beni utandırma!” şek­linde olmuştur. Ancak, hakkında mağfiret ve bağışlanma dile­meyi sürdürdüğü babasının inatçı bir Allah düşmanı olduğunu ve bu tutumunu asla değiştirmeyeceğini anlayınca, babasıyla ilişkilerini sona erdirdiğini açıkladı. Yüce Allah, babası için yap­tığı duanın, ona vermiş olduğu bir sözden dolayı olduğuna işaret ederek, içli ve yumuşak huylu bir insan olan Hz. İbrahim (a.s.)’ın babasıyla ilişkilerini kesmesi hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

“İbrahim’in babasına dua etmesi, sadece ona yaptığı bir vaadden dolayı idi. Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu kendi­sine belli olunca, ondan uzak durdu. Gerçekten İbrahim, çok içli ve yumuşak huylu idi.[44]
G. Tebliğini Sabırla Devam Ettirmesi

Allah tarafından uhdesine tevdi edilen peygamberlik göre­vini hakkıyla yerine getirme yolunda hiç bir şeyden çekinmeyen Hz. İbrahim (a.s.), babasını ve kavmini putları bırakarak sadece Allah’a ibâdete ve O’ndan korkmaya, rızkı sadece O’ndan iste­meye ve yalnız O’na şükretmeye çağırıyordu Hayrı ve şerri birbi­rinden ayır ab iriyorlarsa, Allah’a tapmanın putlara tapmaktan daha hayırlı olduğunu da anlayacaklarını söylüyordu. Kendi elleriyle yaptıkları ve yalan yere ilâhlık atfettikleri hiç bir şeye güç yetiremeyen putlara taptıklarını tekrar ederek, onları yalnız­ca rızkı veren Allah’a ibâdete davet ediyordu. Önceki pek çok kavmin peygamberlerini yalanlamaları yüzünden büyük felaket­lere çarptırıldığını haber vererek, kendisini yalanlamaya devam ettikleri takdirde benzeri durumun başlarına gelebileceğini hatır­latıp dikkatlerini çekmeye çalışıyordu. Kendisine düşenin sadece tebliğden ibaret olduğunu söylüyor, her şeyi yoktan var eden Allah’ın haşir günü insanları tekrar diriltmesinin kolay olacağını anlayıp ibret almalarını, yeryüzünü dolaşıp geçmiş kavimlerin yurtlarına bakarak Allah’ın her şeye güç yetirdiğini farkedip bu­nun üzerinde düşünmelerini istiyordu. Allah’ın istediğine azap edip istediğini affedeceğini ve hiç bir zaman O’nun emrine engel olamayacaklarını söylüyor; O’ndan başka yardımcılarının bu­lunmadığını artık görmelerini tavsiye ediyordu:

“İbrahim’i de gönderdik. O, kavmine şöyle demişti: Allah’a kulluk edin, O’na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Siz, Allah’ı bırakıp sadece bir takım put­lara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, size nzk veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O’na kuttuk edin ve O’na şükredin. Ancak O’na döndürüleceksiniz..[45]

Hz. İbrahim (a.s.)’m burada putperestlere söylenmesi gere­ken şeylerin tamamını söylediği görülmektedir. Bu hususa işaret eden Mevdûdî şöyle demektedir:

“Bir kişiyi veya eşyayı ilâh edinmek için mutlaka bir sebep gereklidir. Böyle bir sebep, o kimse veya eşyanın mükemmelliği nedeniyle ilâh edinilmesi olabilir. Bir diğer sebep, tanrı edinilen varlığın insanın yaratıcısı olması, bu nedenle de insanın varolu­şunu ona borçluluğu olabilir. Üçüncüsü, onun insanın rızkını temin etmesi ve yaşaması için gerekli olan şeyleri sağlıyor olma­sıdır. Dördüncü bir sebep, İnsanın geleceğinin onun merhamet ve desteğine dayanıyor olması ve insanın onu kızdırmakla kendi geleceğini mahvetmesinden korkmasıdır. Hz.İbrahim (a.s.}, bu dört sebepten hiç birinin, putlara tapmayı desteklemediğini, bi­lakis hepsinin bir tek Allah’a ibâdeti gerektirdiğini söylemiştir. Onların sadece birer put olduklarını belirterek, birinci sebebin söz konusu olmadığını göstermiştir. Çünkü bir put, kendisinin mâbud kabul edilmesine sebep teşkil edecek hiçbir mükemmel­liğe sahip değildir. ‘Onlan siz uydurup, tann yerine koyuyorsu­nuz’ diyerek ikinci, ‘Onlar size nzk veremezler’ diyerek de üçün­cü sebebin söz konusu olmadığını belirtmiştir. Son olarak da,

‘Sonunda Allah’a döndürüleceksiniz; bu putlara değil!’ demekle, onların kaderinin putların elinde olmayıp Allah’ın elinde olduğu­nu hatırlatmıştır. Böylece şirki tamamen reddettikten sonra, tanrı edinmeyi gerektiren sebeplerin, sâdece kendisine hiç bir ortak koşmaksızm ibâdet edilmesi gereken Allah İçin var oldu­ğunu açıklığa kavuşturmuştur.”[46]

Hz. İbrahim (a.s.) babası ve kavmini Allah’a ve âhiret gü­nüne îmâna çağırıyor,  putlara tapmalarının yanlışlığına işaret ederek,   putlara   olan   düşmanlığını   açıkça  ortaya   koyuyordu. Kavminin  nelere   taptığını  bildiği  halde,  putlara  tapmalarının yanlışlığını ortaya koyabilmek için sualler soruyor, yeni sorularla putların hiç bir güce sahip olmayan basit eşyalar olduğunu ispat ediyordu. Onlar da, verdikleri cevaplarında, ilâh edindikleri put­larının  tahtadan,  taştan veya madenden yapılmış  eşyalardan ibaret olduğunu itiraf ediyorlardı. Bununla birlikte onlara tap­maktan bir türlü vazgeçmiyorlardı. Hz. İbrahim (a.s.), onları u-yarmak ve akıllarını başlarına almalarını sağlamak için, putların işitmediğini, görmediğini, kendilerine ya da başkalarına hiç bir zarar veya fayda getirmediğini ikrar ettiriyordu. Onlar ise, putla­rın acizliğini kabul etmekle beraber; her müşrik toplumda görül­düğü gibi, kendilerini savunmak için, atalarının da aynı din üze­rinde olduğunu gerekçe göstererek bâtılda kalmakta ısrar edi­yorlardı. Putlardan uzak olduğunu açıkça ilân eden Hz. İbrahim (a.s.}, ancak âlemlerin rabbi olan Allah’ın dostu olduğunu söy­lüyordu. Sonra da Allah’ın sıfatlarını sayarak, Cenab-ı Hakk’m, yaratıcı, hidâyet verici, yediren, içiren, hastalara şifa veren, in­sanları öldüren ve onları kıyamette hesaba çeken olduğunu açık­lıyordu. Allah’tan hidâyet istiyor, kendisini iyiler zümresine kat­ması için Allah’a sığmıyordu. Ayrıca, önce geçtiği gibi, duyduğu şefkat dolayısıyla, babasını bağışlaması ve âhiret günü onun yü­zünden kendisini mahcup etmemesi için yalvanyordu. Ahirette kurtulacakların, ancak dünyada Allah’ın istediği şekilde yaşa­yanlar ve O’nun huzuruna temiz bir kalp ile gelenler olduğunu belirtiyordu:

“(Rasülüm!) onlara İbrahim’in kıssasını da naklet. Hani o, babasına ve kavmine, ‘Neye tapıyorsunuz?’ demişti.’ Bir takım putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz.’ diye cevap verdiler.

İbrahim, ‘Peki, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Veya size fayda veya zararları oluyor mu?’

‘Hayır; ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk!’ dediler.

İbrahim dedi ki: İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın olsun, neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? Onların hepsi benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi benim dostum­dur. O ki, beni yaradan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni ye­diren, içirendir. Hastalandığım zaman bana O, şifa verir. O ki, benim canımı alacak, sonra diriltecektir. Ve hesap günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. Ya Rab! Bana hikmet ver ve beni iyiler zümresine kat! Sonra gelecekler içinde beni doğrulukla anı­lanlardan eyle! Babamı da bağışla; çünkü o yanlış gidenlerden­dir. İnsanların diriltilecekleri gün beni mahcup etme! O gün ki, ne mal fayda verir, ne de oğullar! Ancak Allah’a temiz bir kalple ge­lenler o günde kurtuluşa erer. O gün Cennet muttakîlere yaklaştı-nlmıştır. Azgınlar için de Cehennem hortlatdmıştır.”[47]

Tarihin hiç bir döneminde, mü’minlerle kâfirler arasında bir dostluk olmamıştır; olması da mümkün değildir. Böyle olun­ca, mü’minler, her devirde davetten yüz çevirerek kendilerine düşman kesilen ve daveti engellemek için bütün güçlerini sefer­ber eden küfür ehlinden ve putlarından uzak olduklarını açık­lamak zorunda kalmışlardır. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.)da, baba­sı ve kavmine tapmakta oldukları putlardan uzak olduğunu ilân etmiş ve kendisini yaradan Yüce Allah’ın kendisine doğru yolu göstereceğini bildirmiştir:

“Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben, yalnız beni yaratana taparım. Ve O, beni doğru yola iletecektir.’ Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar tevhide dön­sünler. “[48]

Peygamberlerin tebliğ görevini sabırla devam ettirmeleri, buna karşılık müşriklerin bu daveti engelleme teşebbüsleri şek­linde seyreden îmân-küfür mücâdelesi, her defasında, giderek mü’minlerle kafirler arasındaki ilişkileri bütünüyle koparmıştır. Mü’minlerin sayısının azlığı, buna karşılık kâfirlerin sayısının çokluğu, bu ilâhî kanunu değiştirmez. Zîrâ bu iki gruptan her birinin yönelişi ayrıdır; hayatlarının gayesi başkadır. Bu fark, aralarında dostluğu imkânsız kılar. Bu gerçek, Kâfirûn sûresin­de şöyle izah edilmiştir:

“De ki: Ey kâfirler, tapmam o taptıklarınıza! Siz de benim kulluk ettiğime tapıcılar değilsiniz. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz, benim kulluk ettiğime tapıcılar değilsi­niz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!”[49]

İki taraf arasında safların ayrılması ve giderek ilişkilerin kesilmesi, mü’minlerin kendilerini toplumdan tecrid etmeleri veya bir mânâda inzivaya çekilmeleri şeklinde olmaz. Ancak on­lar, küfür ortamında yaşasalar da, inançları, ibâdetleri ve ahlâkî davranışlarıyla müşriklerden ayrılırlar. Allah’ın ipine sarılıp; an­cak bununla yüceldiklerine inanırlar. En zor şartlar altında bu­lunsalar da, güç ve izzetin inananlarda olduğunu bilirler. Bu gerçek, Benî Mustalik gazvesi sırasında çıkan bir meseleden do­layı Medine’ye dönüldüğünde muhacirleri şehirden çıkarmakla tehdit eden münafıklar hakkında inen bir âyette şöyle dile geti­rilmiştir:

“Onlar (münafıklar), ‘Allah’ın Rasülü’nün yanındakilere na­faka vermeyin ki, dağılsınlar!’ diyorlar. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır; ama münafıklar bunu kavrayamazlar. Diyorlar ki, ‘Eğer Medine’ye dönersek, herhalde en güçlü, şerefli olanlar, zayıf ve bîçâre olanları oradan sürüp çıkaracaktır.’ Oysa güç ve izzet, Allah’ın, Rasülü’nün ve mü’minlerindir; fakat müna­fıklar bilmezler.[50]

Yüce Allah, Uhud gazvesinde mağlup düşen mü’minleri te­selli ederken de şöyle buyurmuştur:

“(Ey mü’minler) gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inanıyorsa­nız, en üstün olan sizlersiniz.[51]

Böyle olunca mü’minler, en zor şartlarda dahi korkuya ka­pılmazlar. Peygamberleri vasıtasıyla kendilerini hidâyete ulaştı­ran Yüce Allah’ın bu zorluklar altında da kendilerini koruyaca­ğına îmân ederler. Allah’ın kendileriyle birlikte olduğunu ve O’nun yardımının en zor şartlarda dahi kolaylıkla ulaşacağını, istikbâlin bu zor şartlarda sabır zırhına bürünmekten ve bu şe­kilde imânlarında samimî olduklarım ispat etmekten geçtiğini bilirler. [52]
H. İlahlık Taslayan Nemrut İle Tartışması

Hz. İbrahim (a.s.), kendisine ulaştırılan mesajı doğrudan zamanın tanrılık taslayan zâlim hükümdarı Nemrut’a tebliğ et­mekten ve onunla tartışmaktan çekinmiyordu. Rivayet olundu­ğuna göre, putları reddetmesi yüzünden Nemrut tarafından zin­dana atılmış, bir süre sonra çıkarılıp onun huzuruna getirilmiş­ti. Nemrut mal, mülk ve saltanatına aldanıp ilâhlık taslamaya kalkınca, aralarında gerçek ilâhın kim olduğu hakkında tartışma oldu. Hz. İbrahim (a.s.), “Benim rabbim, hayat verir ve öldürür” deyince, o zâlim sahtekar, “Ben de yaşatır ve öldürürüm” dedi. Bunu ispatlamak maksadıyla da rivayet edildiğine göre, idamlık iki adamı huzuruna getirtip, bunlardan birinin serbest bırakıl­masını, diğerinin ise öldürülmesini emretti. Emrinin yerine geti­rilmesini ilahlığının tescili saymaya kalktı. Ancak Hz. İbrahim (a.s.), kulluğunu idrak edip elindeki nimetlere şükretmesi gere­kirken ilâhlık taslayan bu küstahın elini kolunu bağlayacak bir teklifte bulunuverdi. O, orada bulunan herkesin aklını başına getirecek bir teklif düşünmüştü. Krala iddia ettiği gibi istediğini yapabilecek bir ilâh ise, Allah’ın doğudan getirdiği güneşi, kendi­sinin batıdan getirmesini teklif etti. Foyasını bütün açıklığıyla ortaya seren bu teklif karşısında kâfirin dili tutuldu, apışıp kaldı ve verecek bir cevap bulamadı.[53] Kur’ân-ı Kerim, o İkisi arasında geçen bu tartışmayı şöyle aktarmıştır:

“Allah kendisine mülk ve saltanat verdi diye Rabbi hakkın­da İbrahim ile tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim, ‘Be­nim Rabbim hayat verir ve öldürür’ demişti. O da ‘Ben de hayat verir ve öldürürüm.” demişti. O zaman İbrahim, ‘Allah güneşi do­ğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir.’ deyince, kâfir afallayıp kaldı. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdir­mez.”[54]

Hz. İbrahim (a.s.) ile Nemrut arasında geçen bu tartışma­nın zamanı hakkında iki görüş ileri sürülmüştür. Salebi, putları kırmasından önce olduğu görüşünü benimserken,[55] Taberi[56] ve İbnül-Esir[57], putları kırmasından sonra yapıldığını kabul eder­ler.

Nemrut kavmi örneğinde olduğu gibi, hangi asırda veya hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar, müşriklerin hemen hemen tamamı, ilâhlar İlâhı kabul ettikleri bir Allah’a inanmakla birlik­te, kendilerine O’nun dışında tanrılar edinerek, onları Allah’a ortak koşmuşlardır. Allah’ı her şeyin yaratıcısı kabul etmekle beraber, cahilliklerinden, ruhları, cinleri, güneşi, ayı, yıldızları, hükümdarları, din adamlarını veya bâzı hayvanları, ya da kendi elleriyle yonttukları putları kendilerine ilâh edinerek onlara tapınışlardır. Ayrıca Allah’ın seçtiği peygamberlerden yüz çeviren ve bu yüzden ilâhî hidâyetten mahrum kalıp sapıklığa düşen müşrik toplumlar, yeryüzünde Allah’a ait olması gereken hâki­miyeti kraliyet ailelerine ve yandaşlarına vermişler, ya da hâki­miyeti Allah ile uydurdukları tanrıları arasında paylaştırmış lar-dır. Müşrik toplumların bir kısmı, Nemrut kavminde olduğu gibi, krallarını da ilâh kabul etmişlerdir. Bu toplumlarda kralların ilâhlık iddiaları, yeryüzünde sadece kendilerinin sözünün geç­mesi, insanların uymak zorunda olduğu kanunları bizzat koy­maları anlamındadır. Bu iddialarını sağlamlaştırmak maksadıyla onlar, tabiat üstü tanrıların soyundan geldiklerini de ileri sür­müşlerdir.

Nitekim Nemrut da tanrılık iddiasında bulunurken, Al­lah’ın varlığını reddetmiyor veya yeri ve gökleri kendisinin yarat­tığım iddia etmiyordu. Onun maksadı, geniş ülkesinin rabbi, yâni yegâne hâkimi olduğunu ortaya koymaktı. Bu topraklar üzerinde, sadece kendisinin sözünün geçtiğini, kimsenin verdiği emre itaatsizlik edemeyeceğini ve koymuş olduğu kanunlara karşı çıkamayacağını söylemek istiyordu.[58]
I. Hz. İbrahim (A.S.)’In Putları Kırması Ve Ateşe Atılması

Allah Teâlâ tarafından kendisine verilmiş olan hak ile bâtılı ayırt etme kabiliyeti sayesinde küçüklüğünden itibaren Allah’ın birliğine İnanan ve buna delil getirmeye muvaffak olan Hz. İbra­him (a.s.), peygamberlik görevine getirildikten sonra, babası Azer ve müşrik kavmine, sık sık, tapmakta oldukları putların mahiye­tini soruyordu. Onun putları mânâsız şeyler gördüğünü ifade eden bu sorularına cevap olarak müşrikler her defasında, putla­ra tapmanın kendilerine atalarından miras kaldığını ve kendile­rinin atalarını taklit ederek böyle yaptıklarını söylüyorlardı. Hz. İbrahim (a.s.) da, tapanlara ve kendilerine hiç bir fayda veya zararları olmayan basit eşyalardan ibaret bu putlara taptıkları için, hem atalarının hem de kendilerinin apaçık bir hata içinde olduklarını belirtirdi. Onun bu sözlerine şaşıran ve putlarının sıradan eşyalar olduğunu bir türlü kabullenmek istemeyen müş­rikler, onun kendileriyle alay ettiğini sanırlardı. Bunun üzerine Hz. İbrahim (a.s.), ciddî olduğunu belirtir, gerçek rablerinin yeri ve göğü yoktan yaratan Allah olduğunu; kendisinin Allah’ın bir­liğine kesin inandığını söylerdi.

Hz. İbrahim (a.s.), kavmini putlardan uzaklaştırmak için, putların cansız birer eşya olduğunu açıkça göstermek maksadıy­la yeni bir tedbir düşündü. Niyeti, putları paramparça ederek, onların kendilerini savunmaktan  âciz basit eşyalar olduğunu ortaya koymaktı. Çünkü fiilen yaşanan ve gözle görülen buy du­rum, insanlar üzerinde, vâ’z ve nasihatten daha etkili olabilirdi. Belki kavmi, kendilerini savunmaktan dahi âciz putlarını’ un-ufak bir halde görürler de ibret alırlardı. Bu düşünceyle, onların bulunmadığı bir zamanda putları kırmaya karar verdi. Müfessir-lerin söylediğine göre, her yıl şehir dışına sahraya çıkarak kutla­nan büyük bir bayram vardı. Hz. İbrahim (a.s.), düşündüğünü uygulamak maksadıyla, bu bayrama katılmak istemedi ve bu­nun  için  hastalığını  mazeret göstererek babasından izin  aldı. Tüm   halkın   bayram   için   şehirden   ayrılmasından   sonra   da puthaneye geldi, orada hiçbir kimsenin kalmayışmdan istifade ederek, elindeki balta ile, en büyükleri   hâriç putların tamamını kırdı. Büyük putu sağlam bırakmaktan maksadı, kavmini, put­ları kimin kırdığını ortaya çıkarmak hususunda bu büyük putun yardımını istemeye sevk etmek, böylece gerek kırılanların gerek­se büyük putun konuşmaktan dahi âciz olduğunu açık bir şe­kilde anlamalarını sağlamaktı. Şehre dönen müşrikler, mabetle­rine geldiklerinde putlarının paramparça edildiğini görünce bü­yük bir üzüntü ve öfkeye kapıldılar. Bunu yapanın zâlimlerden olduğunu söyleyerek, suçluyu araştırmaya koyuldular. Önceden Hz. İbrahim (a.s.)’m putları yerdiğini, boş şeyler saydığını ve on­ları  kırmaktan  bahsettiğini  bilenlerin  ihbarı  üzerine  Nemrut, onun derhal huzuruna getirilmesini emretti. Ona verilecek ceza­ya herkesin şahit olup ibret almalarının sağlanması için ayrıca halkın da toplantıya çağrılması talimatını verdi.

  1. İbrahim  (a.s.)  bulunup kralın huzuruna getirilmişti. Kralın adamları, ona putlarını kendisinin mi kırdığını sordular.

Hz. İbrahim (a.s.), müşriklerin kendiliklerinden gerçeği kabul etmelerini sağlamak maksadıyla, iddialarının doğruluğunu farz ederek, küçük putları onları kıskanan büyük putun kırdığını, İşin mahiyetini, eğer konuşabIlıyorlarsa kırılan putlara sormala­rını söyledi. Onun cevabını duyan müşrikler, ilk anda, konuş­maktan dahi âciz ve kendilerini kimin kırdığını bile söyleyeme-yen putları ilah edindikleri için hatalı olduklarını kabul ederek Hz.İbrahim (a.s.)’ı haklı bulmuşlardı.[59] Fakat hemen ruhlarını sarmış olan inkâra meylederek tekrar eski küfürlerine döndüler. Putların konuşmadığını bildiği halde Hz.İbrahim (a.s.)’in “onlara sorun” demesine kızdılar.Hz.İbrahim (a.s.), bununla birlikte, put­larının aczini itiraf etmek zorunda kalan kavmine bâzı nasihat­lerde bulundu. Allah’ı bırakıp herhangi bir zarar veya fayda ve­remeyen cansız eşyalara tapmalarının yanlışlığını vurguladı. Yaptıkları işin çirkinliğini anlayamadıkları için, onlara ve Allah dışında taptıklarına beddua etti.

Kesin ve susturucu delillerle takviye edilmiş bu açıklama­ları karşısında müşrikler, Hz. İbrahim (a.s.)’a mâkul bir cevap vermekten âciz kalmışlardı. Bu durum Nemrut’u son derece kız­dırmıştı. O ve adamları, halkın huzurunda düşmüş oldukları acizliklerini gizleyebilmek için kaba kuvvete başvurdular, İlahla­rına yardım etmek ve intikamlarım almak arzusuyla Hz. İbrahim (a.s.)’ı ateşe atıp yakmaya karar verdiler. Nemrut’un emriyle ha­zırlanan büyük bir odun yığını ateşlenmiş, alevleri kısa sürede son derece kuvvetlenmişti. Hz. İbrahim (a.s.) yanmakta olan bu kuvvetli ateşin tam ortasına atıldı. Ancak Allah Teâlâ, ateşe, “Ey ateş! İbrahim’e serinlik ve esenlik ol!” diyerek,  kendisine dost edindiği Hz.İbrahim (a.s.)’ı   yanmaktan kurtardı ve ateş ona hiç

bir zarar vermedi.[60] Neticede, asıl hüsrana ve zarara uğrayanlar geçen bu tartışma ve sonunda halkın huzurunda cereyan eden bu muaz­zam mucize, Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde anlatılmıştır. Enbiyâ sûresinde şöyle zikredilir:

“İbrahim, babasına ve kavmine, ‘Şu kaî’şısına geçip tapmak­ta olduğunuz heykeller de nedir?’ demişti.

Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.

İbrahim, ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık in­gindesiniz. dedi.

Dediler ki: ‘Bize karşı ciddî misin, yoksa bizimle alay mı ediyorsun?’

Dedi ki: ‘Hayır, sizin rabbiniz, göklerin ve yerin rabbidir ki, bunları o yaratmıştır ve ben bu hususta size şahitlik edenlerde­nim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım, onlara bir tuzak kuracağım.’ Sonunda İb­rahim, putları paramparça etti. Belki kendisine müracaat ederler diye, sadece putların büyüğünü sağlam bıraktı.

(Dönüp geldiklerinde), ‘İlahlarımıza bunu kim yaptı? Muhak­kak o zâlimlerden biridir.’ dediler. Bir kısmı, ‘Bunları diline dola­yan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş.’ dediler.

Diğerleri, ‘O halde, onu hemen insanların gözü önüne getirin ki, ona verilecek cezayı görsünler.’ dediler. (Getirilince), ‘Ey İbra­him ilahlarımızı bu hâle sen mi getirdin?’ diye sordular.

İbrahim, ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi, eğer konuşuyorlarsa kendilerine sorun!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp, ‘Sizler zâlimlersiniz!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler ve İbrahim’e ‘Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun,’ dediler.

İbrahim, ‘Öyleyse, Allah’ı bırakıp da, size hiç bir fayda ve zarar veremeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanma­yacak mısınız?’ dedi.

Bir kısmı, ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da ilâhlarınıza yardım edin!’ dediler.

‘Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol’.’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz, onlan daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, İbrahim’i ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.”[61]

Bu olay, Saffât sûresinde ise daha kısa ve az farklı olarak şöyle anlatılmıştır:

“Şüphesiz İbrahim, onun (Nuh’un) milletinden idi. Hani o, rabbine tertemiz bir kalp ile gelmişti. Bir zamanlar, babasına ve kavmine, ‘Siz neye kulluk ediyorsunuz? İftira ederek Allah’tan başka bir takım ilahlar mı istiyorsunuz? O halde âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ dedi. Bunun ardından İbrahim, yıldızlara şöyle bir baktı ve ‘Ben hastayım.’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. İbrahim, yavaşça putların yanına vardı. ‘Yemiyor musunuz? Hem neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Ardından yanlarına gelip sağ eliyle vurdu. Koşarak İbrahim’e geldiler. İbrahim, ‘Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki, sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.’ dedi. Müşrikler, ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onların plânlarını bozduk ve böylece onlan küçük düşürdük.[62]

Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi, Hz.İbrahim (a.s.), babasını ve kavmini putlara tapmaları dolayısıyla yine kınamış, Allah’a ortak koşarak, yalan ve bâtıl üzere olduklarını tekrarlamıştı. Allah’ı bırakıp başka şeylere tapmaları yüzünden Cenab-ı Hak tarafından cezalandırılacaklarını söylemişti. Kendisini reddetme­leri üzerine, putlarının hiç bir fayda veya zarar veremeyeceğini onlara göstermek istedi. Bu maksatla onlarla bayrama çıkmayıp yalnız kalarak putları kırmaya karar verdi. Rivayete göre, onların adeti üzere gök yüzüne baktı ve yıldızların yann kendisinin has­ta olacağını gösterdiği intibaını uyandırdı.[63] Üstü kapalı bir şe­kilde, kendileriyle birlikte bayrama çıktığı takdirde hastalanaca­ğını söyledi. Kavmi bayrama katılmak için şehirden ayrılınca o, gizlice puthâneye gitti. Putperestler, putlarının önüne çeşitli ye­mekler koymuşlardı. Çünkü onlar bu şekilde bereketlendiğini kabul ettikleri yemeklerini bayram dönüşünde yerlerdi. İbrahim (a.s.), putlara seslenerek, “Bu yemeklerden yemiyor musunuz?” dedi. Sonra da, niçin konuşmadıklarını sordu. Bu sorusuyla, kendilerini ilâh tanıyanlardan da âciz olduklarına işaret etti ve ardından sağ eline aldığı balta ile putları kırdı.

Bayramdan dönen müşrikler, putlarının durumunu görün­ce onu yapanın kim olduğunu anladılar.Hz. İbrahim (a.s.)’ı geti­rip putlarını niçin kırdığını sordular.  Onları toplu bir şekilde bulma fırsatını değerlendirmek isteyen Hz. İbrahim (a.s.), “Elleri­nizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” diye sordu ve ardın­dan, kendilerini ve işlerini yaratanın Allah olduğunu söyledi. Buna rağmen müşrikler, onu, ateşe atıp yakmaya karar verdiler. Ateşe atılma olayının bahsedildiği üçüncü sûre ise Ankebût süresidir. Bu sürede, aynı şekilde Allah’ın onu ateşten kurtardığı belirtildikten sonra, bu muazzam mucizenin îmân edenler için bir ibret sahnesi teşkil ettiği ifade edilmekte, Hz. İbrahim (a.s.)’m müşriklere söylediği sözlerin ardından Hz. Lût (a.s.)’m ona îmân ettiği ve Hz. İbrahim (a.s.)’in hicrete karar verdiği bildirilerek bundan sonra ona ve nesline yapılan iyilikler hatırlatılmaktadır. Hz. İbrahim (a.s.), bu esnada müşriklere Allah’ı bırakıp bir takım putlar edinmelerinin sırf dünya hayatı arzusundan kaynaklan­dığını, Kıyamet gününde Cehenneme atılacaklarını ve orada bir­birlerini lanetleyeceklerini, kendilerine hiç bir yardımcı da bula­mayacaklarını söylemiştir:

“Kavminin cevabı ise, ‘Onu öldürün yahut yakın!’ demele­rinden ibaret oldu. Ama Allah, onu ateşten kurtardı. Doğrusu, bunda îmân eden bir kavim İçin ibretler vardır, ibrahim dedi ki: ‘Siz, dünya hayatında aranızdaki muhabbet uğruna, sadece bu­nun için, Allah’ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Sonra Kıyamet günü birbirinizi tanımayacak, birbirinizi lanetleyeceksiniz. Vara­cağınız yer Cehennemdir ve hiç bir yardımcınız da yoktur.’ Bunun üzerine Lût, ona îmân etti ve İbrahim, ‘Doğrusu ben Rabbimin em­rettiği yere hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.’ dedi.”[64]
İ. Hz. İbrahim (A.S.)’In Hicreti

Hz. İbrahim (a.s.), tebliğ mücâdelesini, karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen, az önce ele aldığımız gibi, Nemrut tarafından ateşe atılmasına kadar sürdürdü. Müşrikler, bu son olay dolayı­sıyla onun Allah tarafından korunduğunu ve bu sayede ateşin onu yakmadığını gördükleri ve yıllar boyunca kendilerine söyle­diklerinde doğru olduğunu açıkça anladıkları halde, içlerinden bir kaç kişi hâriç, îmân etmeye yanaşmamışlardı. Bu muazzam mucize dahi, akıllarını başlarına almalarına kâfi gelmemişti. Hz İbrahim (a.s.)’a gelince, Cenab-ı Hakk’m kendisini ateşten kur­tarmasından sonra, kâfirlere putlanyla kendilerini baş başa bı­rakacağını söyledikten sonra kendisine îmân etmiş olan hanımı Sâre, yeğeni Lût ile birlikte hicrete çıktı. Allah’a yalvararak bunu kendisi için hayırlı kılmasını ve ayrıca kendisine sâlih evlât ih­san etmesini istedi. Yüce Allah, onun bu duasını da kabul etti, rızasını kazanmak uğrunda hicret eden Hz. İbrahim (a.s.)’a evlât ihsan edeceğini müjdeledi. Kur’ân-ı Kerim, bir kaç yerde onun hicretinden, daha sonra kendisine verilen nimetlerden, neslin­den seçilen bâzı peygamberlerden ve peygamberliğin onun nesli­ne tahsis edildiğinden bahsetmektedir:

“O (İbrahim), ‘Sizi, Allah’tan başka taptıklarınızla baş başa bırakıp sizden ayrılırım ve Rabbime dua ederim; umarım, Rabbime yaptığım dua sayesinde mutsuz olmam!’ dedi. ibrahim, onlan ve Allah’tan başka tapmakta oldukları putlarını bırakıp çekildiğinde, biz de ona îshak’ı ve Ya’kub”u ihsan ettik ve her birini bir peygamber yaptık. Biz, bunlara rahmetimizden lütuflar ihsan ettik ve hepsine dillerde yüksek bir doğruluk şanı verdik.”[65]

“Bir de dedi ki: ‘Ben Rabbime gidiyorum, O, bana yolunu gösterir. Rabbim, bana iyilerden bir evlât ihsan et!’ Biz de ona (halım) uslu bir oğul müjdeledik, “[66]

“Bunun üzerine ona, bir tek Lût imân etti. İbrahim de, ‘Ben Rabbime hicret edeceğim, şüphesiz ki O, güçlüdür, hikmet sahibi­dir. ‘ dedi. Biz ona İshak ile Yakub’u da ihsan ettik. Peygamberliği e kitabı onun zürriyetinde kıldık, kendisine dünyada mükâfatını verdik. Şüphesiz o, âhirette de iyilerdendir.”[67]

Görüldüğü gibi, bu âyetlerde Hz. İbrahim (a.s.)’m nereye hicret ettiği hakkında bilgi verilmemiştir. Kur’ân-ı Kerim’de onun hicretinden bahsedilen başka bir yerde ise, hicret yurduna da işaret edilerek bu bölgenin bereketli kılınan topraklar olduğu bildirilmiştir:

“Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz, onlan daha çok

hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, İbrahim’i ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaş­tırdık. Ona İshak’ı lütfettik, üstelik Ya’kub’u da; ve onların her birini iyi kimseler yaptık. Ve hepsini, emrimizle yol gösteren reh­berler yaptık ve kendilerine hayırlı işler işlemeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Hepsi, bize kulluk eden kimselerdi. “[68]

Neticede, Allah tarafından ateşten kurtarılan Hz. İbrahim (a.s.), Allah yolunda, putperest babasını ve kavmini terk ederek, kendisine îmân eden hanımı ve yeğeni Lût ile birlikte Irak’tan ayrıldı, Kur’ân-ı Kerim’de bereketlendirilmiş bölge olarak zikredi­len Şam diyarına hicret etti.[69]Ur şehrinde veya Babü’de dünyaya gelen Hz. İbrahim (a.s.}, hicret sırasında 60 yaşlarında bulunu-jyordu. O önce Harran’a gitti, on yılı aşkın bir süre orada otur­duktan sonra 75 yaşlarında iken Filistin’e geçerek, davetinin en önemli merkezleri olan Methel, Hebron ve Bi’rüssebî’yi kurdu. Yeğeni Lût’u, davet için Lût gölünün doğusundaki bölgeye gön­derdi. Kendisi bir süre sonra hanımı Sâre ile birlikte Filistin’den de ayrıldı ve o dönemde medeniyet ve kültür açısından en geliş­miş ülkelerden olan Mısır’a gidip geldi. Bunun ardından, Mı­sır’da bulunduğu sırada hanımı Sâre’ye hediye edilen Hâcer isimli kadınla da evlenerek ondan bir oğul sahibi oldu. Aynı za­manda ilk evladı olan Hz. İsmail ve annesi Hâcer’i Allah Teâlâ’ nın emriyle Hicaz’a götürüp Safa tepesi civarına bıraktı. Daha sonraları hanımını ve oğlunu ziyaret için birkaç defa Hicaz’a gi­dip geldi. Son gidişinde, oğlu İsmail ile birlikte Kabe’yi inşâ etti. Oğlu İsmail’i Kabe’nin sorumlusu olarak bıraktıktan sonra, tek­rar Filistin’e, kendisine nisbetle Halilürrahman olarak isimlendi­rilen Hebron kasabasına döndü ve orayı daimi ikâmetgâh haline getirdi. Vefatına kadar orada yaşadı ve oraya defnedildi. [70]
K. Üç Yalan Meselesi

Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrahim (a.s.)’m, iki yerde, ikisi de önemli bir maksada yönelik olarak, te’vil ile ve başka mânâya çevirerek tevriye yoluyla yalan söylediği geçmektedir. Bunlardan biri önce geçtiği gibi, Saffât sûresinde, diğeri ise Enbiyâ sûresin­de hikâye olunmuştur. Birincisinde, bir türlü kendisine inanma­yan kavmini ikna edebilmek için, onları cevapsız bırakacak bir delil getirmek istemişti. Şehir halkı bayram kutlamaları için şe­hirden ayrıldığında putlarını kıracak, putların kendilerini dahi savunamaz ve kendilerini kimin kırdığını bilemez âciz varlıklar olduğunu gösterecekti. İşte bu işi yapabilmek maksadıyla bay­rama katılmamak için bir mazeret düşündü ve hasta olduğunu söyledi.[71] İkincisinde ise, putları kendisinin mi kırdığı soruldu­ğunda, “Belki onları şu büyük put kırmıştır!” demişti.[72]

Hadis kaynaklarında, buna bir üçüncüsü eklenmiştir. Ebu Hureyre’den rivayet olunduğuna göre, Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“İbrahim (a.s.), yalnız üç defa (te’vil ile ve başka mânâya çevirerek) yalan söylemiştir ki, bunlardan ikisi kendisine ait bir sebeple değil, münhasıran Aziz ve Celil olan Allah’ın zâtı ve rızası içindir: Birisi, putperestlere, ‘Hakikaten ben hastayım.’ demesi, bir diğeri, ‘Bu işi belki putların şu büyüğü işlemiştir.’ demesidir. Rasülullah, üçüncüsü için de şöyle demiştir: İbrahim, günün birinde, hanımı Sâre İle birlikte cebâbireden azılı bir zalim olan (Mı­sır veya  Ürdün) kralının bulunduğu şehre uğramıştı.  Adamları krala, ‘Şehrimize bir yabancı gelmiştir. Beraberinde insanların en güzeli bir kadın vardır!’ diye haber verdiler. Zâlim hükümdar, İb­rahim’e haber gönderdi. Geldiğinde, yanındaki kadının kim oldu­ğunu sordu. Hz. İbrahim (a.s.), ‘Kız kardeşim..’ dedi. Sonra İbra­him Sâre’nin yanına geldi. ‘Ey Sâre, yeryüzünde ikimizden başka mü’min yoktur. Bu hükümdar, seni benden sordu, ona kardeşim olduğunu söyledim. Dolayısıyla bu hususta beni yalanlama!’ dedi ve onu zâlim hükümdara gönderdi.[73] Sâre huzuruna girince hü­kümdar onu eliyle tutmak istedi; ancak tam o anda eti tutuldu ve ona dokunamadı. Bunun üzerine, ‘Benim kurtulmam için Allah’a duâ et, artık sana zarar vermeyeceğim’ dedi. Sâre duâ edince eli iyileşti. Ancak sözünde durmayıp ikinci defa Sâre’ye dokunmak istedi, aynı şekilde hatta daha şiddetli olarak eli yine felç oldu. Bu defa da Süre’den duâ etmesini istedi ve artık kendisine zarar vermeyeceği sözünü tekrarladı. Onun duası sonunda eli iyileşince, onu serbest bıraktı.  Yanına çağırdığı kapıcılarına, kendisine bir insan değil bir şeytan getirdiklerini söyledi. Ardından Sâre’ye Hâcer isimli bir cariyeyi hizmetçi olarak verdi. Sâre tekrar yanına geldiğinde Hz.îbrahim (a.s.) namaz kılmakta idi ve ona eliyle bek­lemesini işaret etti. Namazı bitirince Sâre ona, ‘Allah kâfir veya fâcirin tu-zağını boşa çıkardı ‘ dedi.”[74]

Söylendiğine göre, İbrahim’in {a.s.) Mısır’a gidiş sebebi, ya­şadığı bölgede vuku bulan bir açlıktır. Onu ve hanımını görenler, hemen krala koşarak, Sâre’nin güzelliğinden bahsedip bu güzel kadının sadece kendisine yakıştığını söylemişlerdir. Onları din­leyen hükümdar, o kadının hemen huzuruna getirilmesini istemiştir. Bu durum karşısında onun emrine karşı gelemeyeceğini bilen Hz. ibrahim (a.s.), Sâre’yi hanımı olarak tanıttığı takdirde, kralın kıskançlık sebebiyle kendisini öldürteceğini veya hapse attıracağını düşünmüş ve onun zulmünden kurtulmak için hanımını kız kardeşi olarak tanıtmıştır. Yine söylendiğine göre zâlim hükümdar, evli bir kadınla birlikte olmak istediği zaman, önce o kadının kocasını öldürürmüş. Bunu bilen Hz. İbrahim (a.s.}, hanımını krala gönderirken onun kardeşi olduğunu söylemiştir. Muhtemelen o, şu iki durumdan birini düşünmüştür:

a. Kral âdil bir idareci ise, kız kardeşini kendisinden iste-ecek ve o da kanâatini bildirecektir;

b. Zâlim ise bu tedbir sayesinde öldürülmekten kurtulacaktır.[75]

Allah zâlim hükümdarın elini kolunu bağlayıp Sâre’ye bir zarar vermesini önleyince, Hz. İbrahim (a.s.)’ın ikinci büyük sı­kıntısı da sona ermiş, böylece bu ikinci imtihandan da kurtul­muş oldu. O ve hanımı Sâre’nin yapabileceklerini yaptıktan son­ra işlerini Allah’a havale etmeleri, İlâhî yardımı beraberinde ge­tirmişti. Zâlim kral, insan üstü bir güç tarafından korunduğunu gördüğü Sâre’ye bir hizmetçi hediye etti. Bu hizmetçi, ileride Hz. İsmail (a.s.)’ın annesi olacak Hâcer’den başkası değildi. Böylece tasa ve üzüntünün yerini ferahlık, zorluğun yerini kolaylık aldı. [76]
L. Hz. İsmail (A.S.)’In Doğumu-Babası Tarafından Mekke’ye Götürülmesi

Hz. İbrahim (a.s.), geçtiği gibi, önce amcasının kızı Sâre ile evlenmişti. O ikisi, çocuk sahibi olmayı çok istedikleri halde, evliliklerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen bir türlü çocuk­ları olmadı. İnsan nefsinde fıtri bir duygu olan evlât sevgisi, o ikisinde kavimlerinden ayrılıp yabancı bir ülkeye hicretlerindensonra daha da güçlenmişti. Evlât sahibi olmayı en az kocası ka­dar isteyen Sâre, bunun kendisinin kısırlığından kaynaklandığı­nı düşünerek, kocası Hz. İbrahim (a.s.)’a, Mısır kralının hediye ettiği hizmetçisi Hâcerle evlenmesini teklif etti ve ondan bir ço­cuk sahibi olabileceğini umduğunu söyledi.

Sâre’nin teklifini uygun bulan Hz. İbrahim (a.s.), onun üs­tüne Hâcerle de evlendi. Sâre’nin tahmini doğru çıktı ve bir süre sonra hamile kalan Hâcer, İsmail (a.s.)’ı doğurdu. Rivayete göre, bu sırada Hz. İbrahim (a.s.)’in yaşı 86 idi.[77] Ne var ki, bu evliliğin mimarı olan Sâre, duygularına yenildi ve çok geçmeden bir oğul doğuran eski cariyesi Hâcer’i kıskanmaya başladı. Bu kıskançlık gün geçtikçe şiddetlendi. Hz.İbrahim (a.s.), bütün çabalarına rağmen birinci hanımındaki kıskançlık ateşini bir türlü söndüremiyordu. İşte tam bu sıralarda O, Cenab-ı Hak tarafın­dan, Hâcer ve oğlu İsmail (a.s.)’ı uzak bir diyara götürmekle emrolundu. Bu emir üzerine ikisini alıp, kendisine açıklanan yere, yâni Arabistan’ın Hicaz bölgesinde, bir süre sonra Kabe’yi inşâ edip Mekke şehrini kuracağı mıntıkaya götürdü. Hz. İbra­him (a.s.)’ın Hâcer ile henüz emme çağında olan oğlu İsmail (a.s.)’ı Mekke’ye götürmesi hakkında, Buhâri, îbn Abbas’tan u-zun bir rivayet nakletmiştir. İbn Abbas, bu rivayette özet olarak şu bilgiyi vermiştir:

Hz. İbrahim (a.s.)’m hanımı Sâre, İsmail (a.s.)’m annesi Hâcer’i çok kıskanmaktadır. Sürekli ondan kaçan Hâcer, izini gizlemek için uzun eteklik giymek zorunda kalmıştır. Kadınların uzun etekli elbise giymeleri âdeti de ondan kalmadır. Hz. İbra­him (a.s.), Hâcer’i Sâre’nin kıskançlığından korumak için, onu ve henüz emzirmekte olduğu İsmail’i Mekke’ye götürür. O sırada boş bir arazi durumunda olan Mescid-i Harâm’m bulunduğu mahalde, Zemzem kuyusunun yukarı tarafında kalan bir ağacın yanma bırakır. Henüz hiç bir insanın yaşamadığı ıssız bir yere getirdiği hanımı ve oğlunun yanında, bir süre ihtiyaçlarını karşı­layacak hurma dolu bir dağarcık ve su dolu bir kırba bırakır. Daha sonra, onlardan ayrılmak ister. Bu esnada Hâcer’in kendi­lerini ıssız bir yerde bırakmasının sebebi hakkında sorduğu sorulara cevap vermez; ancak onun, “Bunu yoksa sana Allah mı emretti?” demesi üzerine, “Evet, Allah emretti!” diye cevap verir. Aldığı cevapla rahatlayan Hâcer, “Öyleyse Allah bize yetişir, O, bizi korur.” der.

Onlardan ayrılan Hz.İbrahim (a.s.), Mekke’nin üst tarafın­daki Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Kabe’nin inşâ edileceği yöne çevirerek, ellerini havaya kaldırıp, bir âyette zikredilen şu duayı yapar:

“Rabbıml Zürriyetimden bir kısmını (İsmail ile onun soyunu) ekin bitmez bir vadide, Sen’in taarruzu haram olan Beyt’inin ya­nında iskan ettim. İnsanlardan bir kısım kimseleri, (namaz kılmak için) zürriyetimin bulunduğu yere doğru meylettirip heveslendir! Ve onlan, her çeşit meyvelerden nzıklandır! Gerektir ki, sana şük-redeler!”[78]

Hz. İbrahim (a.s.), ayrıca neslinin emniyet ve istikrar içinde yaşamasını ve rızkını kolay temin etmesini de düşünerek, Al­lah’tan, orayı emin bir belde kılmasını, şehir halkına yeterli rızk vermesini ister. Bu esnada neslinden gelecek zâlimlere imamlık ve önderlik verilmeyeceği bildirilince, rızkı sadece neslinden î-mân ehli olanlar için talep ettiğini söyler. Bunun üzerine Yüce Allah, rızkın dünyevî bir rahmet olduğunu ve iyileri de kötüleri de içine aldığını, dolayısıyla dünyada inkâr edenlere de rızk ver­diğini bildirir; ancak onların sonunun ateş olduğunu hatırlatır.

“İbrahim,  ‘Rabbim! Burasını emin bir şehir kıl, halkından,

Allah’a ve Âhiret gününe inananları ürünlerle nzıklandır.’ demişti.

Allah da, ‘İnkâr edeni de az bir müddet geçindirir, sonra da onu

Cehennem azabına sürüklerim! Ne kötü varılacak yerdir orası!”buyurmuştu.[79]

İbn Abbas’tan gelen rivayetin devamında bildirildiğine göre, geride kalan Hâcer, oğlu İsmail’i emzirir, kendisi de dağarcıktaki yiyecek maddelerinden yer ve kırbadaki suyu içerler. Kırbadaki su bitince ana-oğul susuz kalırlar. Susuzluktan kıvranmaya başlayan bebeğin hâli, kendisi de susuzluktan kıvranan büyük şefkat sahibi anneyi son derece telaşlandırır.  Su bulmak için oraya buraya koşmaya başlar. Önce Safa tepesine çıkar. Bir İn­san veya su kaynağı görebilir miyim diye uzun-uzun vadiye ba­kar. Ardından koşarak vadiyi geçip Merve tepesine gelir. Etrafı gözetleyerek bir süre bekler. Orada da bir insan göremeyince, iki tepe (Safa ile Merve) arasında yedi defa gider-gelir. Bilindiği gibi, Sevgili Peygamberimiz, hacıların bunun hâtırası için sa’yettikle-rini bildirmiştir. Hâcer, Merve tepesine son çıkışında, bir ses işitir. Sesin sahibini arar ancak bir türlü onu göremez, buna rağmen ondan yardım ister. Tam bu sırada, vahiy meleği Cebra­il’i (a.s.) bebeğinin yanında ayağının topuğuyla yeri kazarken görür. Nihayet onun kazdığı yerden Zemzem suyu fışkırır. Hâcer, büyük sevinç içinde, bir taraftan su kırbasını doldurur, bir taraf­tan da, suyu biriktirmek için, etrafını kum ile çevirmeye gayret eder.[80]

Cebrail (a.s.), sudan içen ve çocuğunu emziren Hâcer’e, he­lak oluruz diye korkmamalarını söyler. Kabe’nin yerini, göstere­rek, “O Beyt’i, şu çocukla babası yapacaklardır ” der ve onlardan ayrılır. Hâcer bebeğiyle burada yaşarken, günün birinde, Cürhüm kabilesinden bir topluluğun oraya geldiğini görür. Anne ve oğlunu Zemzem’in başında gören bu insanlar, oraya yerleş­mek ve sudan istifade etmek için izin isterler. Hâcer, onlara ora­ya yerleşme ve mülkiyetindeki sudan yararlanma izni verince, bundan sonra orada bir arada yaşarlar.[81]
M. Hz. İbrahim {A.S.)ın Oğlu İsmail’i Allah’a Adaması

Allah Tealâ, kullarının kalplerinin kendisine bağlı kalması­nı ister. Mü’minlerin bir taraftan kendisine karşı duydukları sevgi ve itaatin sınırlarını, diğer taraftan da rızâsı uğrunda göstermeleri gereken sabırlarını ölçmek için, onları kendisi dışında sevdikleri diğer şeylerle imtihan eder. İnsanların çok sevdiği ve bu sevgileri dolayısıyla da Allah tarafından sınandığı diğer şeyle­rin başında, bilindiği gibi, çocuklar, mal-mülk, şöhret, kadın vb. gelmektedir.Hz.İbrahİm(a.s.)’ın oğlu İsmail ile imtihan edilmesi de bu türdendir; belki de benzeri imtihanların en zoru olmuş­tur.Hz.İbrahim (a.s.), geçtiği gibi, tâbi tutulduğu bu tür imtihan­ların birincisinde çok sevdiği hanımı Sâre dolayısıyla imtihan edilmiş; Allah’a tevekkülü sayesinde başarmıştı. Bu defa yıllarca özlemini çektiği ve hanımları arasında baş gösteren kıskançlık i yüzünden yanında dahi büyütemediği biricik oğlu İsmail ile im­tihana tâbi tutuldu.[82]

Hz. İbrahim (a.s.), rüyasında tek evlâdını kurban etmekle emrolundu. Yüce Allah, kendisine Özel dost olarak seçtiği bu i peygamberini, ihtiyar yaşında, biricik oğlunu kurban etmekle I denemek istemişti. Yaşlı bir babanın biricik oğlunu kurban et-r meşinden daha ağır bir imtihan da olamazdı. Rivayete göre İs­mail o sırada 7 veya 13 yaşlarında bulunuyordu. Hz. İbrahim (a.s.), imtihandan muaf tutulmak için kaçamak aramaya çalış­madı. Biricik evladını kurban etmek dahi olsa, canından fazla sevdiği Rabbinin emrine gönül rızasıyla teslim oldu. Kalbini irfa­na, dilini burhana, bedenini ateşe, malını misafir ve iyilik yap­maya adamış olan bu büyük peygamber, bu defa da, oğlunu kurban etmeye razı olarak kulluk ve sevgideki üstünlüğünü is­pat etti. İsmail de bu imtihanda hilmini gösterdi. Allah’ın emrine karşı sabrını ve itaatkâr lığını ispat ederek, o yaşında, gönül rıza­sıyla kurban olmayı kabul etti. Bu muazzam olay, Kur’ân-i Ke-rim’de şöyle dile getirilmektedir:

“İbrahim, ‘Ben rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gös­terir. Rabbim! Bana salihlerden olacak bir evlat ver!’ dedi. İşte o zaman biz, onu yumuşak huylu (=halîm) bir oğul ile müjdeledik. Çocuk babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince, ‘Yavru­cuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün; ne der-sinP’dedi O cevaben, ‘Babacığım! Bmrolunduğun şeyi yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulursun.’ dedi. Her ikisi de teslim olup, İbrahim onu alnı üzerine yatınnca, ‘Ey İbrahim! Rüyaya ger­çekten sadâkat gösterdin! Biz, muhlisleri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır.’ dedik.

Biz, oğluna bedel olmak üzere ona büyük bir kurbanlık hay­van verdik. Geride gelecekler arasında ona iyi bir ün bıraktık. İbrahim’e selâm olsun! İşte biz, muhsinleri böyle mükafatlandırı­rız. Çünkü o, bizim mü’min kullanmızdandır. Bir de onu, salihlerden bir peygamber olacak İshak ile müjdeledik. Onu ve İshak’ı bereketli kıldık. Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa kötülük edenler de olacaktır.[83]

Hz.İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail Allah’ın emrine teslim olunca maksat hâsıl olmuş, Allah Teâlâ bunun karşılığında, İs­mail’in yerine kurbanlık bir koç ihsan etmişti. Âyette geçen an­cak İsmi verilmeyen yumuşak huylu oğul, müfessirlerin ekseri­yetine göre Hz.İsmail (a.s.)’dır. Allah, Hz.İbrahim’e önce İsmail’i ihsan etmiş, olayın bu âyetlerde anlatılış seyrinden de açıkça anlaşıldığı gibi, onun başından geçen kurbanlık olayının ardın­dan da İshak’m doğacağını müjdelemiştir. Kurban kıssası bittik­ten sonra “Salihlerden bir peygamber olarak ona İshak’ı müjdele­dik” denilmesi bunu açıkça göstermektedir.[84] Ancak, Ehl-i kitap alimleri, buna rağmen kurbanlığın İsmail değil, kendi ataları İshak olduğunu kabul etmiştir.

Bu konudaki ihtilâfın, Kitab-ı Mukaddes’teki bilgilerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’in bir yerinde, Cenab-ı Hakk’m Hz. İbrahim (a.s.)’ı imtihan ettiği ve biricik oğlu ishak’ı kurban etmesini istediği bildirilmektedir.[85] Ancak orada o sırada Hz. İbrahim (a.s.)’m tek oğlunun bulunduğu ve İshak a-dmdaki bu biricik oğulun kurbanlık olduğu zikredilirken, başka bir yerde ise, Hz. İbrahim (a.s.)’ın ilk oğlunun İsmail ,olduğu be­lirtilmektedir. Doğru olan bu ikinci habere göre, Hz. İbrahim (a.s.)’ın birinci zevcesi Sâre, kocasına bir çocuk doğuramadığı için üzgündür. Allah’ın kendisini bir çocuk doğurmaktan mah­rum ettiğini söyleyerek, kocası Hz. İbrahim (a.s.)’a, hizmetçisi Hâcerle evlenmesini teklif etmiştir.[86] Hâmile kalan Hâcer’e, do­ğacak çocuğuna İsmail adını koyması ilham edilmiş,[87] İsmail, babası Hz. İbrahim (a.s.) 86 yaşında iken doğmuştur.[88] Daha sonra da Allah, Hz. İbrahim (a.s.)’a İlk eşi Sâre’den de bir erkek çocuğunun olacağını müjdelemiş ve adını İshak koymasını em­retmiştir. O sırada Hz. İbrahim (a.s.), oğlu İsmail ve evin diğer erkeklerini de alarak onları sünnet etmiş, kendisi de 99 yaşında bulunduğu halde sünnet olmuştur. Bu sırada İsmail 13 yaşın­dadır.[89] Hz. İbrahim (a.s.) 100 yaşında iken de oğlu îshak dün­yaya gelmiştir.[90] Buna göre İsmail, İshak’dan yaklaşık 13 yaş büyüktür. Hz. İbrahim (a.s.)’dan tek evlâdının kurban edilmesi istendiğine göre bu şüphesiz İsmail’dir.

Kurbanlık oğul hakkındaki bu ihtilaf, İslâmî rivayetlere de yansımış, müfessirler ve diğer alimler bu konuda farklı sonuçla­ra ulaşmışlardır. Müslüman alimlerin ekserisi, kurbanlık oğulun İsmail olduğunu kabul ederken, îbn İshak, Taberî[91], Muhyiddin-i Arabi ve Kâdî Iyaz gibi bâzı alimler, İshak olduğu neticesine varmışlardır. Suyûtî gibi bâzı alimler de kesin bir tavır takınmaktan kaçınarak meseleyi ortada bırakmayı tercih etmiş­lerdir. Muasır müfessirlerden Mevdüdî, kaynaklardaki malûma­tın tarafsız değerlendirilmesi durumunda kurbanlığın İsmail olduğunun kesinleşeceğini belirterek, görüşünü ispat için şu delilleri getirmiştir:

1. Saffât süresinde, Hz. İbrahim (a.s.)’ın anayurdundan ay­rılırken Allah’tan kendisine sâlih bir evlât ihsan etmesini istediği belirtilmiştir. Buna cevap olarak Allah, ona halim-selim, uslu bir oğul bahşedeceğini müjdelemiştir. Olayların gelişmesi, o an için­de bulunduğu şartlar ve konuşma tarzı, Hz. İbrahim (a.s.)’ın, bu duasını evlâtsız olduğu bir sırada yaptığını göstermektedir. Müj­delenen çocuğun da onun ilk erkek çocuğu olduğu anlaşılıyor. Ayrıca sûrenin dili, üslûbu ve hadisenin mâhiyeti, Hz. İbrahim (a.s.)’m aynı çocuğu delikanlılık çağma yaklaştığı zaman Allah’ın arzusuna göre kurban etmeye karar verdiğini de gösteriyor. Böy­lece, Hz. İbrahim (a.s.)’m ilk evlâdının İsmail olduğu kesinlikle ortaya  çıkıyor.   Buna  ilâveten   Kur’ân-ı   Kerim’de   Hz.   İbrahim (a.s.)’m iki oğlundan bahsedilirken, isimleri de sıra ile anılmıştır: “Bana ihtiyarlığımda İsmail ve İshak’ı bahşeden Allah’a hamdde-

rim.”[92]

2. Kur’ân-ı Kerim’de İshak’ın doğacağına dâir verilen müj­dede onun hakkında “ilim sahibi” tâbiri kullanılmıştır.[93] Hicr sûresinin 53. âyetinde de şöyle denilmiştir:   “Biz, seni alim bir evlâd ile müjdeliyoruz.”Fakat Saffât sûresinde müjdelenen çocu­ğun, geçtiği gibi, ”halim/uslu” sıfatını taşıdığı beyan edilmiştir. Demek ki, her iki çocuk, farklı huy ve karaktere sahip idiler. İsmail’in karakterinin belirgin özelliğinin “hüm/usluluk” olduğu bilindikten sonra, kurban edilmesi istenen çocuğun ondan baş­kası olmadığı da sanırız anlaşılmış olacaktır. Zîrâ Kur’ân-ı Ke­rim’de,  Hz.  İbrahim (a.s.) tarafından kurban edilmesi istenen çocuğun âlim değil, halım olduğu belirtilmiştir. Ayrıca âlim olan ikinci çocuk, ancak halım olan ilk çocuk delikanlılık çağına yak­laştığı zaman   doğmuştu. İkinci çocuğun doğacağına dâir müjde de kurban vak’asmdan sonra verildiğine göre,  kurbanlık mu­hakkak ki,Hz. İsmail (a.s.)idi.

3. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İshak (a.s.)’m doğacağı müjdesi verilirken, onun da büyüdüğünde Yakub adında bir çocuğa sa­hip olacağı belirtilmiştir:

“Ayakta duran İbrahim’in zevcesi güldü. Biz de ona îshak’ı, onun ardından da Yakub’u müjdeledik.[94]

Şimdi, Hz. İbrahim (a.s.) rüyasında kendisini ilende Yakub adında bir oğul sahibi olacak çocuğunu boğazlarken görmüş olsaydı, Allah’ın onun gerçekten kurban edilmesini istediğine ihtimal verilmezdi. Zîrâ, bu çocuk kurban edildiği takdirde, onun Yakub adında bir evlâdın babası olması söz konusu olamazdı… Çünkü Kur’ân-ı Kerim, kurban edilmesi istenen çocuğun, “ba­basıyla beraber koşacak yaşa geldiği” zaman kurban edilmeye götürüldüğünü açık bir dille ifade ediyor. Herhangi bir önyargısı olmayan bir kişi, bu cümleyi okuyunca, kurbanlık çocuğun an­cak 8-10 veya en fazla 12-13 yaşlarında olduğunu düşünecektir. Dolayısıyla, çocuk sahibi bir gençten bahsedilirken, böyle bir İfadenin kullanılabileceği düşünülemez.

4. Kur’ân-ı Kerim’de, kurban vak’asınm anlatılmasından sonraki âyetlerde, Hz. İbrahim (a.s.)’a “İshak adında ileride pey­gamber olacak sâlihlerden bir evlâdın müjdelendiği” belirtilmiştir. Bu âyetlerden de kurbanlık çocuğun îshak olmadığı anlaşıl­maktadır. Aksine, önce halîm karakterli başka bir çocuğun müj­delendiği ve babasıyla beraber koşacak yaşa geldiği zaman onun kurban edilmesinin istendiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s.), bu imtihanı başarıyla geçtikten sonra ona İshak adında başka bir çocuk müjdelenmiş oldu. Olayların bu akışı, kurbanlık çocuğun İshak değil, aksine ondan bir kaç sene önce doğan büyük kardeşi olduğunu açıkça gösteriyor.

5. Güvenilir rivayet ve hadislere göre, Hz. İsmail (a.s.)’m yerine kurban edilen koçun boynuzu Kabe’de Abdullah b. Zübeyr dönemine kadar muhafaza edilmişti. Daha sonra Haccac b. Yusufun İbn Zübeyr’i kuşattığı sırada Kabe’yi tahrip etmesin­den itibaren kayboldu. Bu da gösteriyor ki, kurban vak’ası, Su­riye’de değil, Mekke’de vuku bulmuştu ve kurbanlık İsmail idi. Böyle olmasaydı, koçun boynuzları, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından inşa edilen Kabe’de hatıra olarak saklanmazdı.

6. Arap rivayetlerine göre Araplar, yüzyıllar boyu, kurban olayının Minâ’da yaşandığına inanmışlardır. O zamandan itibaren, İslâmiyetin zuhuruna kadar, hacılar Minâ’ya gidip Hz. İbra­him (a.s.)’ın geleneğine uyarak kurbanlarını orada kesmişlerdir. Rasülullah (s.a.v.) da, bu geleneği İslâmm hac farizasının bir parçası haline getirmiştir. 4500 yıldan beridir kesintisiz sürdü­rülen bu gelenek, kurbanlığın İsmail olduğunun kesin bir delili­dir. Zira, Hz. İshak (a.s.)’m soyundan oldukları bilinen Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında, halkın belirli bir vakitte kurban kes­mesi veya bunun gibi Hz. İbrahim (a.s.)’m kurban kesmesinin bir hatırası olarak devam ettirilen bir âdet yoktur. Böyle bir ge­lenek, sadece Müslümanlarda mevcuttur.”

Mevdûdî, sözlerini bitirirken, kurbanlığın İshak olduğunu bildiren haberlerin Yahudiler tarafından uydurulduğunu göste­ren iki rivayete yer vermiştir. Bunlardan birincisi, İbn Kesir’in şu sözleridir:

“Gerçeği ancak Allah bilir. Fakat dikkat edildiğinde, Hz. İshak’m kurbanlık olmasıyla ilgili bütün hadis ve rivayetlerin KaİDUl-Ahbar tarafından nakledildiği ortaya çıkar. Bu zât, Hz. Ömer zamanında müslüman olmuştu ve müslümanlara yahudi ve hristiyanlarm kitaplarından bölümler okurdu… Böylece Müs­lümanlar Ka^b’ın bir kısmı doğru bir kısmı yanlış ve uydurma olan hikaye ve masallarını dinlemeyi alışkanlık hâline getirdiler. Halbuki, ümmetin onun bilgi hazinesine ihtiyacı yoktu.”

Mevdudi’nin naklettiği ikinci rivayet ise, Muhammed b. Kab el-Kurazî’nin, Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz’e söylediği şu sözlerdir:

“Ey Mü’minlerin Bmiri! Vallahi, kurbanlık Hz. İsmail (a.s.)’dır. Yahudiler de bu gerçeği çok iyi biliyorlar; ancak Arapla­ra karşı kin ve kıskançlıkla dolu bulundukları için, kurbanlığın İshak olduğunu iddia ediyorlar.[95]

Mevdûdi, sözlerini şöyle bağlar: “Bu iki olayı bir araya geti­rip inceleyecek olursak, Hz. ibrahim (a.s.)’ın hangi oğlunu kurban etmek istediği hususundaki ihtilafın, yahudilerin sinsî ve plânlı bir propagandasının sonucu olduğunu anlayabiliriz. Müslümanlar, başından beri ilmî konularda müsamahakâr davrandıkları için, Yahudiler tarafından nakledilen rivayetleri birer tarihî gerçek ola­rak kabul ediverdiler ve dolayısıyla bunları yeterince araştırıp, Ölçüp-biçip reddetmediler.”[96]
N. Hz. İshak (A.S.)’In Doğacağının Müjdelenmesi

Allah Teâlâ, kurban olayından sonraki günlerde, geçtiği gi­bi, Hz. İbrahim (a.s.)’a oldukça yaşlanmış olan birinci hanımı Sâre’den de İshak adında bir oğul vereceğini müjdeledi. Bu müj­deyi, Lût kavmini helak etmekle görevlendirilen melekler getir­mişlerdi. Hz. İbrahim (a.s.)’a yakışıklı delikanlılar kılığında gelen bu meleklerin, Cebrail, Mikâil ve İsrafil üçlüsü olduğu söylendiği gibi, onların sayısı on ikiye kadar da çıkarılmıştır. Hz. İbrahim (a.s.), önceden tanımadığı ve alışılmamış selâm veriş tarzların­dan yabancı olduklarım tahmin ettiği misafirlerine ikram için, benzeri durumlarda yaptığı gibi, onlara sezdirmeden kısa sürede kestiği bir dananın etini kızarttırıp sofraya koydurmuştu. Sofra­ya çağırdığı misafirlerinin gelmemeleri, onu endişeye şevketti. Rivayete göre onun endişe ve korkusu, onların melek olduğunu ve önemli bir iş için geldiklerini anlamasından kaynaklanıyordu. Çünkü melekler insanları cezalandırmak gibi görevler için gel­diklerinde, genellikle insan kılığına girerlerdi. Hz. İbrahim (a.s.) tahmininde yanılmamıştı, kendilerini tanıtan ve ona korkmama­sını tavsiye eden melekler, Allah’ın kendisine büyüdüğünde âlim olacak bir oğul vereceğini müjdelediler. Orada bulunan ve bu sözleri işiten yaşlı hanımı Sâre, hayretinden bir çığlık koparı-vermişti. Ardından kısır bir kocakarı olduğunu söyleyerek, genç­liğinde dahi bir çocuk doğuramamışken o yaşta nasıl doğuraca­ğını sordu.

Hz. İbrahim {a.s.) asıl görevlerini sorunca, melekler, Lüt kavmini cezalandırmak üzere gönderildiklerini ve kâfirleri nasıl helak edeceklerini açıkladılar. Kur’ân-ı Kerim, Zâriyat sûresinde Hz. İbrahim (a.s.) ile misafirleri arasında geçen bu konuşmayı şöyle aktarmaktadır:

“Ey Muhammedi ibrahim’in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onlar, İbrahim’in huzuruna girmişlerdi de, ‘Selâm sana!’ demişlerdi ibrahim,’ Size de selâm’ demiş ve içinden, ‘Bunlar tanınmamış bir topluluk.’ diye geçirmişti. İbrahim, sonra ailesine giderek semiz bir buzağı eti getirdi. Onu misafirlerinin önüne sürerek ‘Yemez misiniz?’ dedi. Yemediklerim görünce on­lardan içine bir korku düştü. Onlar ibrahim’e ‘Korkma!’ dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler. Bunun üzerine karısı Sâre bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne vurarak, ‘Ben kısır bir koca­karıyım, nasıl çocuğum olur?’ dedi

Misafir melekler, ‘Evet bu böyledir. Rabbin böyle buyurdu. Gerçekten O, hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyi hakkıyla bilir.’ dediler. İbrahim, kendisine misafir olarak gelen meleklere, ‘Acaba sizin asil önemli işiniz nedir ey elçiler?’ diye sordu. Onlar, ‘Ger­çekten biz, günahkar bir kavim olan Lüt kavmine gönderildik. On-lann üzerine çamurdan pişirilmiş sert taşlar yağdıracağız. O taş­lardan her birinin, haddi aşanlardan kime isabet edeceği Rabbin katında işaretlenmiştir.’ dediler.”[97]

Konunun tekrar edildiği Hicr sûresinde, yaşlılığı dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s.)’m da hayrete düştüğüne işaret edilmiştir:

“Bir de onlara, İbrahim’in misafirlerini anlat! Onlar, onun yanına girdiklerinde, ‘selâm’ dediler, ibrahim, ‘Biz gerçekten siz­den korkuyoruz.’ dedi. Onlar, ‘Korkma, sana ilim sahibi bir oğul müjdeliyoruz!’ dediler. İbrahim, ‘Beni mi müjdeliyorsunuz? Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, artık beni neye dayanarak bir çocukla müjdeliyorsunuz?’ dedi. Onlar, ‘Biz, seni gerçek şeyle müjdeledik; onun için ümidini kesenlerden olma!’ dediler. İbrahim, ‘Sapıklığa düşenlerden başka kim rabbimin rahmetinden ümidini keser?’ dedi ve ‘Ey elçiler, bunun ardından göreviniz nedir?’ diye sordu. Onlar, ‘Haberin olsun, biz, suçlu bir topluluğa gönderildik.’ dedi­ler. “[98]

Bu konu Hûd sûresinde de ele alınmıştır. Orada Sâre’nin verilen evlâd müjdesine, kocası ve kendisinin yaşlılığı dolayısıyla hayret ettiği belirtilmekte; ayrıca Hz.İshak(a.s.}’a da Yakub adın­da bir oğul verileceğinin bildirildiğine işaret edilmektedir. Yine Önceki iki yerden farklı olarak, Hz. İbrahim (a.s.)’m Lût kavminin helakini önlemek hususunda ısrarda bulunduğu; ancak melek­lerin bunun hakkında Allah’ın hükmünün kesin olduğunu bil­dirdikleri eklenmektedir:

“Andolsun sânıma ki, ibrahim’e de elçilerimiz müjde ile geldi ve ‘Selâm’ dediler. O da, ‘Selâm,!’ dedi ve durmadan gidip kızar­tılmış bir buzağı getirdi. Kızartılmış buzağıya ellerini uzatmadıkla­rını görünce onlan yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku duy­du. Onlar, ‘Korkma, zîrâ biz Lût kavmine gönderildik!’ dediler. İbrahim’in zevcesi de ayakta dinliyordu ve bunu duyunca güldü. Bunun üzerine ona îshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da Ya’kuh’u. ‘Vay!’ dedi zevcesi, ‘Ben bir kocakarı, kocam da bir ih­tiyar iken doğurabilir miyim? Gerçekten bu, çok şaşılacak bir şey!’

Elçiler, ‘Sen Allah’ın işine mi şaşırıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri var üzerinizde ey ev halkı! Şüphe yok ki, O, övül­meye lâyık ve lütfü çok olandır.’ dediler.İbrahim’in korkusu gidip de müjde kendisine ulaşınca, Lût milleti hakkında elçilerimizle tartışmaya girişti. Doğrusu İbrahim, çok halim selim, yumuşak huylu ve kendini Allah’a vermiş bir kimse idi. Elçilerimiz, ‘Ey İb­rahim! Bu tutumundan vazgeç, çünkü onların helaki için rabbinin emri gelmiştir. Onlara, şüphesiz, geri çevrilemeyecek bir azap gelmektedir.’ dediler.”[99]
O. Kabe’nin İnşâ Edilmesi-İlk Mâbed Ve Oradaki Alal-İetler

İbn Abbas, Hz. İbrahim (a.s.)’m hanımı Hâcer ve oğlu İsma­il’i Mekke’ye götürmesi hakkındaki, yukarıda ilk bölümünü ele aldığımız Buhâri rivayetinde, daha sonra özetle şu bilgileri ver­miştir:

Cürhüm kabilesinden ilk gelenlerin haber ulaştırmasıyla aynı kabileden başka gruplar da gelerek Mekke civarına yerleşir­ler. Bu durum, yalnızlıktan sıkılan Hâcer’in de hoşuna gitmiştir. Nihayet Mekke zamanla önemli bir merkez hâline gelir. Gençlik çağma ulaşan İsmail,Cürhümiler’den Arapçayı güzel bir şekilde öğrenir ve kendisini herkese sevdirir. Bu rivayette bahsedilme­miş olsa da, on yaşları civarında babası Hz. İbrahim (a.s.), Mek­ke’ye gelir ve önce anlattığımız gibi kurban olayı yaşanır. Rivaye­tin devamında belirtildiği şekilde onun güzel ahlak ve faziletleri­ne hayran kalan Araplar, buluğ çağma ulaşmasından sonra, onu kendilerinden bir kızla evlendirirler. Yıllar böyle geçerken, İsma­il’in annesi Hâcer vefat eder ve Hıcr’a defnolunur.

Hz. İsmail (a.s.) evlendikten sonra, Hz. İbrahim (a.s.), onu ve gelinini görmeye gelir. O sırada İsmail evde değildir. Kendisini tanıtmadan gelinine, geçim durumlarını sorar, onun yana-yakıla geçim darlığından bahsetmesi üzerine, kocasına selâm söyleme­sini söyler ve kapısının eşiğini değiştirmesini tavsiye ettiğini ilâve eder ve oğlu evine dönmeden oradan ayrılır. Evine gelince baba­sının gelip gittiğini anlayan Hz. İsmail (a.s.), hanımına o gün evine gelen biri olup olmadığını sorar. Hanımı gelen ihtiyar ve kendisine söylediklerini aktarınca, ona, “O gelen ihtiyar, babam­dır. O sözüyle bana seni boşamamı emretmiştir.” der ve hanımı­nı ailesine gönderir. Bir süre sonra aynı kabileden başka bir ka­dınla evlenir.

Hz. İbrahim (a.s.), aradan epey bir zaman geçtikten sonra tekrar Mekke’ye gelir. Aynı şekilde oğlu İsmail’i evinde bulamaz. Yeni geliniyle görüşür ve geçim durumlarına dair sorular sorar. Öncekinin aksine, kanaatkar bir insan olduğu anlaşılan yeni gelininden, bolluk içinde olduklarını anlatan cevaplar alır. Allahın rızıklarmı daha da bollaştırması, et ve sularını çoğaltması için duâ eder. Kocası eve geldiğinde, selâmla birlikte ona kapısı­nın eşiğini güzel tutmasını tavsiye ettiğini de söylemesini ister ve oradan ayrılır. Evine dönen İsmail, karısından evine gelen ihtiyar hakkında bilgi alınca, “İşte o babamdır. Sen de evimizin şerefli eşiğisin! Babam bana seni hoş tutmamı, seninle iyi geçinmemi emretmiştir.” der.

Hz. İbrahim (a.s.) ziyaret için Mekke’ye bundan sonraki ge­lişinde, oğlu ismail’i Zemzem kuyusunun yakınındaki bir ağacın altında okunu düzeltirken bulur. Baba-oğul, yılların hasretiyle sarmaş dolaş olurlar. Sonra Hz. İbrahim (a.s.), oğluna, Allah Teâlâ’nın kendisine büyük bir görev verdiğini söyler. Orada bir mâbed yapmasını, yâni Kabe’yi inşa etmesini emrettiğini açıklar. Ardından baba-oğul Kabe inşâatına başlarlar. İsmail taş getirir, Hz. İbrahim (a.s.) binayı yapar.[100]

Yaratılıştan itibaren Kıyamet gününe kadar mübarek kılı­nan Mekke şehrinde bulunan Kabe, Müslümanlar nazarında en şerefli, en mukaddes binadır. Çünkü onun yapılmasını emreden ve bu mütevazı yapıyı evi olarak isimlendiren Cenab-ı Hak’tır. Emri ulaştıran ve şeklini tarif eden Cebrail (a.s.), ustası Hz. İb­rahim (a.s.), yardımcısı İsmail’dir.[101] Kur’ân-ı Kerim, Kabe inşaatı hakkında şu malûmatı vermektedir:

“Bir zamanlar, Kabe’nin yerini İbrahim’e şu şekilde hazırla­mıştık: Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyama duranlar, rüku ve secdeye varanlar için Evim’i tertemiz et! Bütün insanlar için de haccı ilân et ki, gerek yaya olarak ve gerek uzak yollardan gelen incelmiş develer üzerinde sana ulaşsınlar.”[102]

“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile birlikte, Kabe’nin temelleri­ni yükseltiyordu. Bu sırada o ikisi, ‘Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Şüphesiz ki, sen hem işitir hem bilirsin. Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olan Müs­lümanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibâdet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur, çünkü teubeleri daima kabul eden, mer­hametli olan ancak sensin. Rabbimiz! İçlerinden onlara senin â-yetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hakim olan ancak sensin.’ dediler. “[103]

Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail’in bu duâlanndaki son is­tekleri, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in pey­gamber olarak gönderilmesiyle gerçekleşmiştir.

Yeryüzünde, sadece içinde Allah’a ibâdet edilmek maksa­dıyla inşâ edilen ilk ev (beyt) Kabe’dir. Bu gerçek Kur’ân-ı Ke­rim’de şöyle dile getirilir:

“De ki: Allah doğru söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş o-lan İbrahim’in dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi. Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk mâbed, Mekke’deki çok mübarek ve â-lemlere bereket ve hidayet kaynağı olan Beyt (Kâbe)’dir. Onda apaçık deliller, ibrahim’in makamı vardır. Oraya giren güvene erer, emniyette olur. Ona bir yol bulabilenlerin, Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphe­siz Allah, bütün âlemlerden müstağnidir.”[104]

Bu âyetten anlaşıldığı gibi, Kabe’nin yapılması, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’mn İnşa edilmesinden çok öncedir.  Buna göre Kabe, bütün kitap ehlinin bildikleri mâbedlerin hepsinden önce mevcut olan mübarek bir tevhid kıblesidir. Ebu Zer (r.a.)’m riva­yet ettiği bir hadiste, Peygamber Efendimiz, yeryüzünde ilk inşâ edilen mescidin Kabe olduğunu, ondan sonra da Mescid-i Ak-sâ’nin inşâ edildiğini bildirmiş, ikisinin inşâ zamanlan arasında 40 yıllık bir süre olduğunu söylemiştir.[105] Arap tarihçilerinin pek çoğu, Kabe’nin Hz. İbrahim tarafından, Hz. Musa’nın gelişinden yaklaşık 900 yıl önce yapılmış olduğunu kabul ederler.[106]

Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail tarafından inşâ edilen Kabe’yi insanlar için bir toplanma merkezi, her türlü saldırıdan ve kötülükten uzak bir güvenlik bölgesi kıldığını bil­dirmiştir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Kâbeyi, insanlar için toplanma ve güven yeri kıldık. İbra­him’in makamını namaz yeri edinin, dedik. Ziyaret edenler, kendini ibâdete verenler, rüku ve secde edenler için Evimi temiz tutun diye İbrahim ve İsmail’e ahd verdik.”[107]

Müslümanlar ve hatta putperest Araplar, Kabe’ye karşı bü­yük tazim ve hürmet duymuşlardır. Bu hürmet hiç bir zaman kalkmamıştır. Allah, mü’minlere oradaki Makam-ı İbrahim’i na­mazgah edinmelerini, Zât-ı bârisine nisbet ederek ‘evim’ dediği Kabe’yi temiz tutmalarını emretmiştir. Bu temizlik,, orada Al­lah’tan başkasının adının amlmamasıyla mümkün olan bir te­mizliktir. Yoksa Beyt ve çevresinin sadece bir takım pisliklerden arındırılması demek değildir. Makam-ı İbrahim, Hz. İbrahim (a.s.)’m Kabe’yi bina ederken veya insanları hacca çağırırken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Bugün de aynı isimle bilinmektedir. Tavaf namazı burada kılınır. Ancak, Makam-ı İb­rahim tâbirinin Harem-i Şerifin tamamı için kullanıldığı görü­şünde olanlar da vardır.[108]

İnşaatı tamamlayan Hz. İbrahim (a.s.), Allah’tan aldığı yeni bir emirle ibâdet edecekler için Kabe’nin civarını temizledi ve ardından insanları hacca davet etti:

“Bir zamanlar İbrahim’e, Beytullah’ın yerini hazırlamış ve, ‘Bana hiç bir şeyi eş tutma; tavaf edenler, kıyam halinde ibâdet edenler, rüku ve secdeye varanlar için evimi temiz tut!’ demiştik. İnsanlar arasında haca ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun-argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararlan yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine nzık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları için sana gelsinler. Artık o kurban edilen hayvanların etinden hem kendiniz yiyin, hem de yoksula fakire yedirin. Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atik’i (Kabe’yi) tavaf etsinler. “[109]

Bu âyetlerin inmesi üzerine, Hz. İbrahim (a.s.), Ebu Kubeys dağına çıkarak insanlara şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Allah, karşılığında size Cennet vermek ve sizi Cehennem azabından kurtarmak için, bu evi haccetmenizi em­retti. O halde siz de haccedin!”

Rivayete göre, Allah’ın izniyle Hz. İbrahim (a.s.)’ın sesi, çok uzaklardan duyuldu.[110] İnsanlar, bu davete icabet ederek uzak-tan-yakından Mekke’ye doğru yola çıktılar. Bu arada Cebrail fa.s.) gelmiş, hac farizasının nasıl icra edileceğini Hz. İbrahim (a.s.)’a öğretmişti. Hz. İbrahim (a.s.), ondan öğrenmiş olduğu şekilde, toplanmış olan kalabalıklara hac vazifesini yaptırdı. Da­ha sonra hanımı Sâre’nin yanına Filistin’e döndü. Başka bir hac mevsiminde hanımı Sâre ile birlikte haccetti. O ikisi, hacdan döndükten bir süre sonra Hebron’da vefat ettiler.[111]
P. Ölü Kuşların Diriltilmesi

Kur’ân-ı Kerim’de bildirildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s.), Al­lah Teâlâ’dan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini is­temişti. Allah onun bu isteğinin ölüleri dirilttiğine inanmadığın­dan mı kaynaklandığını sorunca, “İnandım; ancak kalbimin mutmain olması için” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yüce Al­lah, onun gönlündeki bu arzuya karşılık verdi. Dört çeşit kuş yakalayıp bir süre kendisine alıştırmasını, sonra onları kesip parçalamasını ve bu parçaları karıştırarak her parçayı ayrı bir dağın üzerine koymasını ve ardından kuşları çağırmasını emret­ti. Hz. İbrahim (a.s.) bunları yapıp parçalarını dağıttığı kuşları çağırınca, parçalar birleşip kuşlar yeniden canlandı ve uçarak ona geldiler. Böylece o, ilâhî esrarın vukuunu canlı bir şekilde müşahede etmiş oldu. Kur’ân-ı Kerim, ona bahşedilen bu muci­zeyi şöyle anlatmıştır:

“İbrahim Rabbine, ‘Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster’ demişti. Rabbi, ona, ‘Yoksa buna inanmadın mı?’ deyince, ‘Hayır! İnandım; ancak kalbimin mutmain olması için.’ dedi Bu­nun üzerine Allah, ‘öyleyse dört kuş yakala, onları kendine alış­tır, sonra onlan parçalayıp her parçayı ayn bir dağın üzerine bı­rak. Sonra da, onlan çağır. Koşarak sana gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”[112]

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ölü kuşların diriltilmesi mu­cizesine işaret ederken, Hz.İbrahim (a.s.)’ın talebinin ölülerin diriltilme siyle ilgili bir şüphesinden kaynaklanmadığını belirtmiş ve şöyle demiştir:

“Vücudunun bütün parçaları birer tarafa dağılmış bir ölünün ne suretle yeniden canlandırılacağında İbrahim şüphe ederse, o şüpheye biz daha müstahakız.”[113]

İmam-ı Şafiî’nin bir tevcihine göre, Peygamberimiz (s.a.v.) bu sözüyle şunu kastetmiştir:

“İbrahim Peygamberin yaratıcı kudretin şumülü hakkında şüphe etmesi mümkün değildir. Eğer peygamberler için böyle bir şüphe farzedilirse, bu şüpheye biz, İbrahim’den daha müstaha­kız. Bilirsiniz ki, İbrahim bunda şüphe etmediği gibi ben de şüphe-lenmemişimdir,”[114]

İbn Kesir ise bunu şöyle izah etmektedir:

“Şüphesiz ki Hz. İbrahim (a.s.), Allah’ın ölüyü diriltmeye muktedir olduğunu, aksi mümkün olmayacak bir şekilde kesin bir ilim ile biliyordu. Fakat o, bunu gözleriyle görüp müşahede etmek, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne geçmek için. istedi! Allah da onun dileğini kabul edip, umduğunu ona verdi.”[115]

Tecrid-i Sarih mütercim ve şârihi Kâmil Miras da bu mese­leyi şöyle açıklamıştır:

“Hz. İbrahim, (a. s.), en yüksek payede bir peygamber olmak itibariyle, bu kâinatın bir tahavvüle uğrayacağını, yâni bir yokluk­tan sonra kâinatın bir varlık İktisap edeceği ve meselâ bir canlının vücudunu teşkil eden hayatî uzuvları dağıldıktan ve her biri baş­ka unsurlar arasına karıştıktan sonra kudret-i fâtıranm bunları bir araya toplaması ve buna yeniden can vermesi esasında şüphe etmiyordu. Bilakis Hz. İbrahim (a.s.), ilk yaratılışa kıyas ederek bunun kudretullah ile aklen mümkün olduğuna inanıyordu, yalnız bunun ne şekilde vuku bulacağını gözle görmek ve aklî istidlalini müşahede ile birleştirerek îmânında bir salâbet, kalbinde bir sü­kûnet temin etmek istiyordu.”[116]

Netice olarak Hz. İbrahim (a.s.)’ın bu isteği, Seyyid Kutub’un dediği gibi, “İlâhî sanatın girift esrarına muttali olma arzusu”ndan ibaretti. Bu sırlan vukuu anında bizzat görmek iştiyakından kaynaklanıyordu. İmanın zevkine ermek isteyen ve bunun için çırpınan gönüllerde beliren çeşitli îmânı zevk ve sü-ruru ortaya koyuyordu.[117]

 

R. Hz. İbrahim (A.S.)’In Hanımları, Çocukları-Vefatı

İlk olarak amcasının kızı Sâre ile evlenen Hz. İbrahim (a.s.), önce geçtiği gibi, çocuğu olmayan Sâre’nin teşvikiyle onun cari­yesi Hâcer ile evlenmişti. Hâcer’den Hz. İsmail (a.s.), daha sonra Allah’ın lütfuyla ihtiyar bir kadın olmasına rağmen Sâre’den Hz. İshak (a.s.) doğdu. Rivayete göre, Hz, İbrahim (a.s.), 127 yaşında ölen Sâre’nin vefatından sonra, Ken’ân iler’den Ketura isimli bir kadınla evlendi ve bu hanımından, Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak ve Şuah isimlerini taşıyan 6 oğlu daha oldu.

Onun dördüncü bir kadınla daha evlendiği ve ondan da 5 oğul sahibi olduğu söylenmiştir.[118]

Vefatı hakkında aktarılan rivayetlerin en sahihi sayılan anlatıma göre, Hz. İbrahim (a.s.) 200 yaşında vefat etmiş, Kudüs yakınındaki Hebron kasabasında bir mağaraya defnedilmiştir, Medfun bulunduğu bu kasabaya, onun adına izafetle Halilür-rahman ismi verilmiştir.”[119]
S. Sahifeleri

Kur’ân-ı Kerim’de, diğer peygamberlere olduğu gibi Hz. İb­rahim (a.s.)’a da vahyedildiği bildirilmektedir:

“(Ey Muhammedi) Muhakkak ki, Nuh’a ve ondan sonra ge­len bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyûb’ a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettiğimiz ve Davud’a Zebur’u verdiğimiz gibi “[120]

“De ki: Biz, Allah’a, bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa’ya, İsa’ya ve diğer peygamberlere Rablerinden verilene inandık îmân getirdik. Onlardan hiç biri arasında ayınm yapmayız ve biz, ancak Allah’a boyun eğen müslümanlarız.”[121]

Kur’ân-ı Kerim, iki ayrı yerde de Hz. İbrahim (a.s.)’a gönde­rilen sahifelerden bahsetmiştir. Birinci olarak geçtiği yerde, bu sahifelerin günahların şahsîliği kuralını da ihtiva ettiği anlaşıl­maktadır:

“Şimdi gördün ya, o haktan yüz çevireni? Biraz verip de da-yatıvereni! Ğaybin bilgisi yanında da görüyor mu? Yoksa haber mi verilmedi Musa’nın sahibelerinde yazılı olanlar? Ve çok vefakâr olan İbrahim’in sahifelerindekiler. Ki,  doğrusu hiçbir günahkâr, başkasının günahını çekecek değildir. Doğrusu insana çalıştığın­dan başkası verilmeyecektir”[122]

Hz. İbrahim’in sahifelerinden ikinci defa Ala sûresinde söz edilmiştir:

“Şüphesiz bu prensipler, İlk sahifelerde, İbrahim’in ve Mu­sa’nın sahifelerinde de vardı.”[123]

Taberî’nin naklettiği Ebu Zer hadisinde bildirildiğine göre, Ebu Zer (r.a.), Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e, Allah’ın peygam­berlerine kaç kitap gönderdiğini sormuştu. Rasülullah (s.a.v.), 10 sahife Hz. Âdem’e, 50 sahife Hz. Şife, 30 sahife Hz. İdris’e, 10 sahife de Hz. İbrahim’e olmak üzere 100 sahife ve Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan (Kur’ân) olarak da 4 kitap indirdiğini söyledi. Ebu Zer (r.a.)’m, Hz. İbrahim (a.s.)’m sahifelerinde nelerin yazıl­dığını sorması üzerine, “Onun içindekiler öğüt verici misallerden ibaret idi.” buyurdu.[124]
Ş. Hz. İbrahim (A.S.)’In Şemaili

Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.)’ı, adetâ, hidâyet, itaat ve şükrün sembolü olarak takdim etmiş ve onun hakkında şöyle buyurmuştur:

“İbrahim, Allah’a itaat eden, O’nu birleyen başlı başına bir ümmet idi. Asla Allah’a ortak koşanlardan olmadı. O’nun nimetle­rine şükredici idi. Allah onu seçmiş ve doğru bir yola İletmişti. Ona dünyada bir iyilik vermiştik, o ahirette de iyilerdendir. “[125]

Görüldüğü gibi Cenab-ı Hak, onu tek başına bir ümmet o-larak tanıtmaktadır. Onun asla şirk koşmadığını ve hiç bir za­man müşriklerden olmadığını, kendisine devamlı bir şekilde itâ at ettiğini ve vermiş olduğu nimetlere şükrettiğini bildirmiştir. Daha sonra, onu beğenip peygamberliğe seçtiğini ve her İki dün­yada aziz kıldığını haber vermiştir. Bu durum, onun1 en güzel huylara sahip kılındığını gösterir ki, bundan dolayı o, peşinden gidilmesi gereken bir rehber, bir imam kılınmıştır.

Hz. İbrahim (a.s.) diğer bir âyette, sıddik olarak vasıflandı­rılmıştır:

“Kitap’ta İbrahim’i de an. O, gerçekten, sıddîk/dosdoğru bir peygamberdi.[126]

Allah, onu çok vefakâr bir kul olarak tanıtmıştır.

“Zâten İbrahim, çok ince ruhlu, yumuşak huylu biri idi.”[127]

Bu huylar, önce geçtiği gibi onu Cenab-ı Hakk’a özel dost­luk demek olan halillik mertebesine çıkarmıştır. Sevgili Peygam­berimiz (s.a.v.) de, atası Hz. İbrahim (a.s.)’m, haşr gününde ka­birlerinden çıplak olarak çıkarılacak insanlar içinde kendisine elbise giydirilen ilk insan olacağını söylemiştir.[128] Bu durum da, şüphesiz onun mertebesine işaret eden açık bir delildir.

Rasülullah (s.a.v.), bir defasında kendisine, “Ey insanların en hayırlısı!” diye hitap eden arkadaşına, “O, İbrahim’dir.” bu­yurmuştur.[129] Hz. İbrahim’in kendisine çok benzediğini söylemiş ve, “İbrahim evlâdından ona en çok benzeyeni benim.” demiş­tir.[130]
T. Müşriklerle Mücadelede Çığır Açması, Mü’minler İçin Önder Ve Örnek Oluşu

Hz. İbrahim (a.s.), babasına ve kavmine, tapmakta oldukla­rı putlardan uzak olduğunu söyleyerek kendisinin sadece Yüce Allah’a ibâdet ettiğini bildirmiş ve sonunda tevhid inancını yer­leştirerek Kelime-i Tevhid’i nesline miras bırakmıştır. Yüce Allah, onun açtığı bu çığırın devam edeceğini ve onun soyunda dâima Allah’ın birliğine inananların bulunacağını haber verirken şöyle buyurmaktadır:

“Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben, yalnız beni yaratana taparım. Ve o, beni doğru yola iletecektir.’ Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar tevhide dön­sünler. “[131]

İlk müfessirlerden Mücâhid, bu âyetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: “Hz. İbrahim (a.s.), Kelime-i Tevhid’i, Kıyâmet’e kadar soyunda onu söyleyenlerin bulunacağı bir kelime haline getirmiştir.”[132]

Cenab-ı Hak, tâbi tuttuğu imtihanları başarıyla tamamla­yan Hz. îbrahim (a.s.)’ı mü’minler için bir Önder ve örnek kılmış­tır. Bu hakikati yüce kitabında şöyle açıklamaktadır:

“Şunu da hatırlayın ki, bir vakit Rabbi, ibrahim’i bir takım kelimelerle imtihan etti. İbrahim onları tamamlayınca, ‘Ben, seni bütün insanlara önder yapacağım.’ buyurdu. “[133]

Hz. İbrahim (a.s.) ve ashabının müşrik bir toplumla ilişkile­rini kesmeleri ve bunu açıkça ilân etmeleriyle ilgili tavırları da, Müslümanlar için örnek bir tavır olarak gösterilmektedir. Çünkü kâfirleri sevmek ve onlara dostluk beslemek mü’minlere yakış­maz:

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçek­ten güzel bir Örnek vardır. Onlar, kavimlerine şöyle demişlerdi: Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda devamlı bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. “[134]

Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.) ve ümmetini, uyulmaya ve itaat edilmeye lâyık seçilmiş bir ümmet kılmış ve bu konuda şöyle buyurmuştur:

“İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a veren ve İbrahim’in Allah’ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim’i kendine halil/sâdık bir dost edinmiştir.[135]
U. Hz. İbrahim (A.S.)’In Gerçek Vârisleri

Hz. İbrahim (a.s.)’m dini, Allah tarafından seçilmiş ve Müs­lüman olarak isimlendirilmişlerin dini ve aynı zamanda kolaylık dini olarak tanıtılmaktadır:

“Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin! Sizi, O seçti, üzeri­nize dinde hiç bir zorluk da yüklemedi. Haydi atanız İbrahim’in milletine! Bundan önce ve bunda (Kur’ân’da) size Müslüman adını O Allah verdi ki, peygamber size şahit olsun, siz de bütün insan­lara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekâtı verin ve Al­lah’a sıkı tutunun ki, sahibiniz O’dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.”[136]

Hz. İbrahim (a.s.) ve milletine sahip çıkabilmek için onlar gibi inanmak ve onlar gibi yaşamak gerekir. Sadece soy olarak Onların evlâdı olmak ve kuru bir neseple övünmek kimseyi kurtarmaz. Çünkü öncekilerin yapmış oldukları iyilik ve sevap­lar sadece kendilerine aittir. Onların nesilleri, onlara benzemek yerine doğru yoldan sapar ve günahlara dalarlarsa, sırf onların soyundan geldikleri için onların kazancından faydalanamazlar. Ataları kötülükler yapmışsa, o kötülük de kendilerine aittir; aynı şekilde onların kötülükleri nesillerinden sorulmaz. Herkese sa­dece kendi yaptıklarının hesabı sorulacaktır. Dolayısıyla Hz İb­rahim (a.s.)’m gerçek vârisi olabilmek için, onun gibi inanmak ve onun gibi yaşamak mecburiyeti vardır.

İbrahim (a.s.), önce geçtiği gibi henüz buluğ çağına erme­den ve peygamberlik görevine getirilmeden, kendisine lütfedilen aklî kabiliyetiyle, kâinatın yüce bir yaratıcı tarafından yaratıldı­ğını anlamıştı. Dolayısıyla O, aklı ermeğe başladığı andan itiba­ren Allah’ın birliğini kavradı ve bu sayede hiç bir zaman putlara tapmadı, kalbi hiç bir zaman şirke meyletmedi. Yüce Allah, onu aklı ermeğe başladığı andan itibaren seçti, kalbini ve aklını yan­lış duygu ve düşüncelerden arındırdı. Onun imtihana tâbi tu­tulması ve imtihanı başarmasıyla birlikte seçilmesi, daha o za­man başladı. İslâm kelimesi, o zamandan, yâni Hz. İbrahim (a.s.)’m Allah’a teslim olduğunu ilan etmesinden itibaren “İbra­him Milleti” demek oldu.[137]

Hz. İbrahim (a.s.) ve torunu Hz. Yakub (a.s.), bu dini oğul­larına vasiyet etmişlerdi. Onların nesillerinden gelen peygamber­ler ve onlara İnananlar, bu yolu devam ettirdiler. Ancak kendini bilmezler bu yoldan saptılar:

“Kendini bilmezlerden başka kim ibrahim’in dininden yüz çevirir? Andolsun ki, dünyada onu önder seçtik, şüphesiz’ o, ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona, ‘Müslüman oV buyurduğunda, ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum.’ demişti. İbrahim bunu oğulları­na vasiyet etti. Yakub da, ‘Evlâtlarım! Bakın Allah, size en saf ve temiz inancı bahşetti; öyleyse siz de ancak O’na teslim olmuş Müslümanlar olarak can verin!’ dedi. Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O zaman oğullarına, ‘Benden sonra neye tapacaksınız?’ diye sormuştu; onlar da, ‘Senin Rabbine ve atala­rın İbrahim, İsmail, İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz, bizler O’na teslim olmuş Müslümünlanz.’ demişlerdi “[138]

Bu gerçek, Hz. Yusuf (a.s.) tarafından da şöyle dile getiril­miştir:

“Ve atalarım İbrahim, İshak ve Ya’kub’un dinine uydum. Bi­zim Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamız olamaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur; fakat insanların çoğu şükretmezler”[139]

Mısırlıların çeşitli putlara taptıklarını dikkate alan Hz. Yakub (a.s.), onların içinde yaşayacak oğullarına, hayatı boyunca yapmış olduğu uyarılarını, son nefesini verirken de tekrarla­mak ihtiyacını duymuş, onlara Allah’a bağlı bir kul olarak ölme­nin önemini vurgulamıştı. Oğulları da, bu uğurda aynı şeyi dü­şündüklerini ve vasiyetini yerine getirmekte kararlı olduklarını söylemişlerdi.

Ancak daha sonraları, gerek yahudiler gerekse Hıristiyan­lar, tevhid çizgisinden ayrıldılar ve Hz. İbrahim (a.s.)’m milletin­den olma vasfını kaybettiler. Yahudiler kendilerinin, hıristiyanlar da kendilerinin Hz. İbrahim (a.s.)’m izinde olduğunu iddia edi­yor; her iki grup da, kurtuluşun kendi dinlerinde olduğunu söylüyordu. Bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ, Sevgili Peygambe­rimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e tevhidden uzaklaşmış Yahudilik ve Hıristiyanlığa değil, Hz. İbrahim (a.s.)’m şirkten ve küfürden arınmış, hakka yönelen ve tevhidi esas alan dini Hanifliğe tâbi olduğunu söylemesini emretti. Peygamberlerin mesajlarının or­taklığını hatırlatarak kendi katından bütün peygamberlere ne gönderildiyse hepsine birden îmân edilmesini ve peygamberler arasında ayırım yapılmamasını şart koştu:

“Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız, dedi­ler. Siz onlara, ‘Biz, doğruya yönelmiş olan ve Allah’a eş koşan­lardan olmayan İbrahim’in dinine uyarız. Allah’a, bize gönderile­ne, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına gönderile­ne, Musa ve İsa’ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onlan birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O’na tes­lim olanlarız.’ deyin.”[140]

Rivayete göre, bu âyet nazil olunca, Rasülullah (s.a.v.), onu yahudi ve hırisuyanların bulunduğu bir mecliste okumuştu. Hz. Isa (a.s.)’m adını okuduğu sırada yahudiler onu inkâr edip küfre başladılar. Hıristiyanlar ise, onu haddinden fazla övdüler ve Hz. Isa (a.s.)’ın diğer peygamberlerden farklı olduğunu iddia ederek, Onun Allah’ın oğlu olduğunu söylediler. Bu tartışma üzerine, adı geçen peygamberlerin Yahudi veya Nasrâni oldukları iddialarını reddeden şu âyetler nazil oldu:

“Eğer onlar da sizin îmân ettiğiniz gibi îmân ederlerse doğru yola girmiş ve hidâyeti bulmuş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse onlar sadece ve sadece didişmenin içindedirler. Allah, onlara kar­şı sana yeter. Ve O, işitendir, bilendir. De ki: Allah’ın verdiği boya ile boyandık. Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? îşte biz, O’na ibâdet edenleriz. De ki: Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, Allah hakkında bizimle tartışmaya mı gi­riyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz, O’na gönülden bağlananlarız.

Yoksa siz, İbrahim, İsmail, îshak, Yakub ve torunları da hep Yahudi ve Hıristiyan idiler mi demek istiyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine bildirilmiş bir şahitliği gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Onlar bir ümmet idiler gelip geçti­ler. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandıklarınız. Ve siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.”[141]

İbn îshak’m İbn Abbas’a dayandırdığı bir rivayete göre, Necranlı hıristiyanlardan bir grup İle Yahudi hahamları, Rasü-lullah (s.a.v.)’in huzurunda bir araya gelmişlerdi. Bu esnada Hz. İbrahim (a.s.) hakkında tartışmaya başladılar. Yahudiler, “İbra­him yahudidir.” derken, hıristiyanlar, “İbrahim Nasrânidir” di­yorlardı. Bu esnada, onların Hz. İbrahim (a.s.)’a sahip çıkmala­rını reddeden şu âyetler nazil oldu:

“Ey Ehl-i Kitabi İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz. Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kimselersiniz. Haydi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartışınız. Bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz? Oysa ki Allah, her şeyi bilir, siz bilmezsiniz. İb­rahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat O, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi, müşriklerden de değildi İnsanların İbrahim’e en yakın olanları, ona uyanlar, şu peygamber (Muham-med) ve ona îmân edenlerdir. Allah, müzminlerin dostudur.”[142]

Bu âyetlerde belirtildiği gibi Hz. İbrahim (a.s.), yahudi veya hıristiyan olamazdı. Çünkü bu iki dinin peygamberi de Hz. İbra­him (a.s.)’dan çok sonraları yaşamışlardı. Hz. Musa (a.s.), on­dan yaklaşık dokuzyüz sene, Hz. İsa (a.s.) ise bindokuzyüz sene sonra yaşamıştı. Bu tarihin sabit olduğu halde, böyle bir iddiada bulunmak akıl işi değildi. Diğer taraftan Yahudilik Hz. Musa (a.s.)’m şeriatından, Hıristiyanlık da Hz. İsa (a.s.)’ın şeriatından tahrif edilmiş bir durumda oldukları için, Hz. İbrahim (a.s.)’m böyle insanlar tarafından değiştirilmiş bir dine mensubiyeti de düşünülemezdi. Çünkü o, bütün bâtıl dinlerden ve şirkten uzak gerçek bir Müslümandı. Halbuki yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğ­ludur”, hıristiyanlar ise, “İsa Allah’ın oğludur” diyerek tevhid inancından ayrılmışlar ve şirke saplanmışlardı. Dolayısıyla ne yahudilerin, ne hıristiyanlarm ve ne de putperest Arapların, Hz. İbrahim (a.s.)’ı kendilerine bağlamaya ve kendilerini temiz ve muvahhid bir Müslüman olan Hz. İbrahim (a.s.)’m aile ve tâbile-rinden saymaya hakları vardır. Hz. İbrahim (a.s.)’a sahip çıkma hakkı, sadece son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ve biz ümmetinindir. Hz. İbrahim (a.s.)’a tâbi olanlar, peygamberler arasında ayırım gözetmeyen ve onların Allah’tan getirdiklerine inananlar ve Allah’ın dinine teslim olanlardır. Kur’ân-ı Kerim, bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:

“De ki: Biz, Allah’a, bize İndirilene, İbrahim, İsmail, îshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa’ya, İsa’ya ve peygamberle­re Rablerinden verilenlere îmân ettik. Onlardan hiç biri arasında fark gözetmeyiz. Ve biz, Allah’a teslim olmuşlarız. Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o din ondan asla kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardan olacaktır. Kendilerine apaçık belgeler geldiği ve peygamberin hak olduğuna şahit oldukları halde, îmân­larından sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir. Allah, zulmeden bir kavmi hidâyete erdirmez. İşte onlann cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın la’netine uğramaları­dır.”[143]

Hz. İbrahim (a.s.)’m hiç bir zaman Allah’a ortak koşmadığı, seçilip önder yapıldığı ve yine yahudi ve hıristiyan değil müslüman olduğu bildirilerek Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e onun dinine tâbi olması emredilmiştir:

“Muhakkak ki, İbrahim başlı-başına bir ümmet idi, tevhid inancına sahip olarak Allah’a itaat için kıyam etmişti ve asla Al­lah’a ortak koşanlardan olmadı. O’nun nimetlerine şükrederıdi. Allah, onu seçmiş ve doğru bir yola iletmişti. Ve biz, ona dünyada bir iyilik verdik. Şüphesiz ki o, âhirette de mutlaka iyiler arasında olacaktır. Sonra da sana, ‘Hakka tapan bir hanif olarak İbra­him’in dinine tâbi ol! O, hiç bir zaman Allah’a ortak koşanlardan olmadı.’ diye vahyettik.[144]

Allah Teâlâ, Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben kendisini Hz. İbrahim (a.s.)’m dinine ulaştırdığını açıklamasını söylemiştir:

“De ki: Rabbim beni, şüphesiz dosdoğru bir yola, gerçek ve daima ayakta olan bir dine, başka dinlerden sıyrılıp yalnız hakka yönelen ibrahim’in tertemiz dinine iletti. O, hiç bir zaman Allah’a ortak koşanlardan olmadı.[145]

“De ki: ‘Allah doğru söylemiştir. O halde hakka tapan bir hanif olarak İbrahim’in dinine uyun; o hiç bir zaman Allah’a ortak koşanlardan olmadı.”[146]

İlgili Makaleler